Son dönem Alevi-Bektaşi
öğretileninin ezoterik ve majik yönüyle ilgili ön araştırmalar yapmakta olduğumu
duyan bir dostum Cem evlerinin Hacı Bektaş Veli’ye gezi ve ritüel içerikli
organizasyonlar yaptıklarını ve istersem beni de refere edeceğini söylemişti. “Olabilir,
yerinde görmek ve bir ayine katılmak güzel olur diye cevap verdiğimde” Hacı
Bektaş’ın Kapadokya bölgesine yakın olduğunu ve oraya gitmişken mutlaka
uğranması gerektiğini de eklemişti. Tam bu cümleleri ettiği sırada salondan
mutfağa geçip bir sade soda almak için buzdolabının kapağını açtım. Kapağı
kapar kapamaz bir manyet yere düştü. Enteresandır, manyet kırılmadı ve sadece mıknatısı
yerinden çıkmıştı, onu aradıysam da bulamadım. Bu, kızımın birkaç sene evvel Kapadokya’dan
bana getirdiği hediyeydi. Bir sürü başka manyet varken bunun düşmesi, tam da
konu üzerine düşmesi, zarar görmemesi ve mıknatısının kopmuş olması tuhaftı;
bunu bir “işaret” olarak kabul ettim ve hemen arkadaşa geziye gitmeyi
kesinlikle istediğimi söyledim. Ne de olsa ben bir “işaret avcısı” idim.
Şimdi gelelim orada
neler olduğuna…
Ataşehir Cem evi grubuyla
birlikte 27 Temmuz 2019’da sabah ilk vardığımızda Beştaş denen bir yere gittik.
Beştaş, Hacı Bektaş kasabasının az dışında bulunan küçük bir toprak alanın üzerindeki
beş megalitten oluşmaktaydı. Bunların dördü yan yana muntazam bir yarı çember
benzeri bir şekil oluşturuyordu, beşincisi ise baş parmağın diğer parmaklardan
ayrılmasına benzer bir şekilde diğerlerinden ayrık ve az daha aşağıda yer
alıyordu. Bu taşlarla ilgili eski bir halk söylencesi vardı. Hacı Bektaş
Veli hayatta iken, bu taşların konuştuğu ve şahitlik yaptığı anlatılmaktaymış.
Vilayetnamede yer alan söylence şöyledir: "O zaman otlaktaki
sığırlara, köyden her gün bir kişi nöbetle bakarmış. İdris Hoca'nın otlaktaki
sığırlara bakma sırası geldiği bir gün önemli bir işi çıkmış. Hacı Bektaş Veli
hayvanlara bakma işini üstlenmiş. Hayvanlar otlayarak Mucur istikametine doğru
yayılırlarken, İdris'in kardeşi Sarı kendi öküzlerini getirip bunlara katmış.
Hacı Bektaş Veli de "ben bunları görüp, gözetemem, bir zarar gelirse
karışmam" demiş. Sarı dinlememiş, bırakmakta ısrar etmiş. Bunun üzerine
Hacı Bektaş Veli, çevredeki beş tane büyük taşa hitaben "Siz tanık olun,
Hacet vaktında şehadet edersiniz" demiş. Sarı'nın öküzlerini kurt
parçalamış. İş Kadı'ya düşmüş. Hacı Bektaş Veli, beş tane şahidim var demiş.
Onları otlak yerine götürüp, taşlara seslenince hepsi yuvarlana yuvarlana
huzura gelmiş ve tanıklık etmişler."
Tabii günümüzde taşların dile geldiğine inanmak yerine daha
mantıklı açkıklamalar arıyoruz ve bu taşların pagan kökenli kadim bir ritüelin
uygulanmasında yer aldıklarını öneriyoruz. Çünkü yerel halk bir söylenceyi asla
uydurmaz; fakat ritüelin çıkış noktası, yani kökeni unutulmuş ve sonradan kabul
gören inançlarla uyumlu hale getirilmiş olabilir.
Beştaş’ın ardından arkadaşımla gruptan ayrılıp At Kaya’ya
gittik. Bu, Hacı Bektaş Veli'nin, üzerine çıkıp, at gibi yürüttüğü
söylenilen kayadır. Onun hemen yakınında ise halk topraktan taş mercimek ve
buğday çıkarmaktaymış, bu tohumları da bizzat Hacı Bektaş Veli’nin taşa dönüştürdüğü
rivayet edilmekteydi.
Oradan da Göreme’ye ve ardından akşam üstü gün batımına
doğru Deliklitaş’a geçtik. Açıkçası bölgede bol bol kutsal taş vardı ve onlara
dair birçok söylence dolaşmaktaydı.
Vakti zamanında Hacı Bektaş Veli’nin çilehane olarak kullandığı,
yani kendini dış dünyaya kapayıp iç dünyasına döndüğü, derin meditasyona
daldığı Deliklitaş, şehrin hemen dışında en yüksek tepelikteydi. Yürüyerek
oraya çıkarken, ilginç bir ritüelle daha karşılaşacağımı tahmin ediyordum çünkü
bu tarz yerler, yani tepeler ve zirveler, eskilerin Tanrı’ya yaklaşmak için
seçtikleri ayin yerleriydi. Ne de olsa Tanrı “göklerde” aranmalıydı ve göğe en
yakın yer dağlar, tepelerdi, ki oraya ulaşmak mutlaka zor olmalı, çaba
gerektirmeliydi.
Biz de yürüye yürüye tepeye vardığımızda önümüzde şahane bir
manzara belirdi. Bir tarafta şehir, diğer tarafta Hırkadağ yatıyordu. Hırkadağ
özellikle çok önemliydi ama onu birazdan anlatacağım.
Her ne kadar Deliklitaş’ın oyuğunun Hacı Bektaş’ın yumruğu
ile meydana geldiği rivayet edilse de
bana kalırsa o enteresan bir doğal yapıydı. İçi oyuktu, soldan giren insanlar
sağ yandaki küçük aralıktan dışarı çıkıyorlardı. Sanki evvelden taşın içinde bir
şey vardı da, taş onu kaplamıştı ve sonra içteki yok olmuştu ve sadece bir
kapak veya çatı vazifesi gören taşı kalmıştı. Deliklitaş, kadim dünyanın iki
büyük ve en yaygın ritüelinden birine ev sahipliği yapıyordu: ikinci doğum
ritüeline. İnsanoğlu, “ölmeden önce ölmek”, “ikinci kez doğmak”, “ruhsal olarak
doğmak” için böyle bir ayin tertiplemişti. Bu ritüel hem halk nezdinde aleni
hem de ezoterik ve okült cemiyetlerde gizli olarak çeşitli varyasyonlarda halen
yapılmaktadır. Özetle bu taş yapı bir kutsal Mağara ve Rahim vazifesi
görüyordu. Mağaraya giren insan ölü kabul ediliyor, orada ateş elementiyle
arınıyor, şifalanıyor, günahlarını temizliyor ve sonra delikten çıkmak suretiyle
mağara-rahmi terk ederken ikinci kez ve bu defa ruhsal olarak doğuyordu. Fakat Deliklitaş’taki
doğum kanalı epey dar ve kaygandı, çıkmak da güçtü. Bu yüzden yerel halk, Deliklitaş’tan
ancak günahsızların çıktığını söylüyordu. Tıpkı günahsız doğan bebekler gibi..
Vaktimiz olsaydı Hırkadağı’na da giderdik ama maalesef vakit
yetişmedi.
Ertesi gün yolda dönerken arkadaşımla bu söylenceler
üzerinde sohbete koyulduk. Ben bunların somut anlamıyla anlaşılmasının sakıncaları
üzerine kendimce “vaaz verirken” arkadaşım bana katlanmış bir kağıt uzattı. “Sen
belki inanmıyorsun fakat bir de şuna bak” dercesine kağıdı açtı. İçinde
mercimek ve buğday büyüklüğünde ve formunda birkaç tane minik taş vardı.
Kalıptan çıkmışçasına hepsi birbirine benziyordu ve gerçekten de doğal
olamayacak kadar gerçek tohumları andırıyorlardı. Elime aldım, evirdim,
çevirdim ve bir şaşırma ünlemi çıkardım çünkü taş buğday tanesinin teki kırıktı
ve de içi boştu! Zihnim seneler evvel gittiğim Napoli’deki Vezüv yanardağının
kurbanı olan taş insanlarla ani bir eşleştirme yaptı ve “bu tohumlar gerçek,
ancak taşlaşmaları Hırkadağın marifeti olmalı” dedim. Çünkü Hırkadağ bir
volkandı ve bölgede Erciyes dahil başka yanardağlar da vardı. Bölge komple
zaten volkanikti ki bu da Kapadoka’yı peri bacaları ve diğer tüm fantastik
yapılarıyla dünyaya meşhur etmişti. Bölgede 100 ile 150 metre arasında değişen
bir tüf katmanı vardı ve araziler uzmanlarca araştırılsa taş tohumların yanında
kimbilir daha neler neler çıkardı…
Hırkadağı’nı Hacı Bektaş Veli öylesine seçmemişti tabii. Ona
neden buraya geldiğini sorduklarında “Eğer hakikate ulaşmak için bundan daha yüce
bir yer olsaydı orada otururdum” demiş. Demek ki buranın özel bir
manyetik-mistik özelliği olmalıydı. Yüzyılın Kahini Vanga da Bulgaristan’da onca
yeri dolaşmış ve yeteneklerine en iyi gelen yer olarak sönük bir volkan
kraterinin hemen dibini seçmemiş miydi zaten…
Bu keşifle birlikte içimiz biarz rahatladı, “mucizeleri”
daha mantıki bir zemine oturttuktan sonra ilk molada birer keyif kahvesi içelim
dedik. Tam kahvemi yudumlarken karşımda outran arkadaşın kahve fincanının
masada saga doğru 2 cm kadar hareket ettiğini gördüğümde gözüm yanıldı
zannettim ama birkaç saniye ardından hareket tekrarlandı. O esnada yüzüme bakıp
konuşan arkadaş bunu fark etmemişti. Masanın üzeri cam olduğu için, herhalde
fincan tabağının altı ıslaktı ve haliyle kaydı diye düşündüm, fakat elime alıp
yokladığımda kupkuru olduğunu görmem mi….