4 Mart 2014 Salı
Altın Balık Olmak
Altın balık masalını hatırlar mısınız? Hani yoksul bir balıkçı gidip göl kıyısında balık tutuyordu da, yanlışlıkla altın bir balık ağa takılmıştı. Üstelik de konuşuyordu. Balığı tava yapılmasından kurtaran, onun konuşabilme yeteneği idi. O normal balıklardan farklıydı. Diğerleri öleceklerini bile bilmezken, kurtulmaları imkansız olan ağların içinde içgüdüsel olarak çırpınıp dururken, altın balık “konuşabiliyordu”. Farklı bir yetenek geliştirmişti demek ki. Onu altın yapan da bu yeteneğinden başka bir şey değildi. Altın madeni, en değerli, kıymetli madendir. Simya sanatı, değersiz olan madenleri işte bu kıymete, çevirmeye çalışır. İşin dış, görünen tarafı madenle ilişkili iken, iç, batıni tarafı, ruhun cevheri ile ilgilidir. Yani simyanın asıl amacı, ruhu altına çevirmek, ölümlüyü ölümsüze dönüştürmektir. Konuşan balık gibi altın olabilmektir. Neden mi, ölmemek için, veya öldükten sonra da yaşayabilmek için… Bu masaldaki altın balık, arketipsel sembolizme göre ölümsüz hayatı çağrıştırır. Altın olması bu sebepledir, o simyanın ulaşmaya çalıştığı sırra sahiptir. “Nasıl” ölümsüz olunabileceğini anlatır bize. Konuşarak, yani farklılaşarak, sürüden ayrılarak. Bilinci olağanın, normal olanın çok üzerine çıkararak. Düşünün ki canlı balık satan bir yerdesiniz. Henüz başlarının belaya girdiğini şöyle böyle sezinlenen ama sonrasını bilemeyen balıklar, çılgınca kıpırdayıp durur poşetin içerisinde. Ölmeye yakın olduklarını bir şekilde bilmekte olsun bu canlar. Ama öte alemi anlayacak kadar da bilinçli değiller. Sonlarının bir tavada kızarmak olduğunu bilemezler. Neden öldüklerini bilemezler… Fakat poşeti açıp da onları lavaboya döktüğünüzde, içlerinden birinin size “baktığını” görürseniz ne yapardınız? “Ben seni anlıyorum, beni birazdan deşip iç organlarımı çıkaracak ve sonra yıkayıp unlayıp bir güzel kızartacaksın!” dese, o balığı ne yapardınız? Öldürebilir miydiniz onu? Yoksa sizi anlamış olmanın verdiği duygu ile onu yaşatmaya can mı atardınız? İşte kilit önemdeki soru bu. Çözüm de bu. Dünyada yaşayan herkesin ölümsüz olabileceğini düşünmüyorum ben. Bir kısmımız gelişip, tanrıyı bir derece tanıyıp, ona inanıp, “konuşmayı” deneyecektir onunla. Kurtuluş şansını işte o zaman yakalayabilecektir. Ölümsüzlüğü hak etmek gerek, özel olmak, farklı olmak, özel yetenekler geliştirebilmek gerek. Bundan dolayı herkesin kurtuluşu bireyseldir. Toplu bir kurtuluş fikri, yanlıştır ve sadece bir ümit, hayal olabilir. Yaygın dini öğretilere, inanç sistemlerine baktığımızda, bir nokta üzerinde fikir birliği ettiklerini görüyoruz. Tanrıya inanmak! Olabilecek en büyük günah, onun varlığını reddetmektir. Çünkü o zaman, onu anlamaya çalışmayacağız asla. Gözümüzü o aşkın yere dikmezsek, onunla iletişime geçmemiz nasıl mümkün olabilir? Bizim için tanrı yoksa, öte alem yoksa, onunla ilgili araştırma, anlama çalışmaları da olmaz, gelişim olmaz, ilerleme olmaz. Aydınlanma gelmez. Oysa bizi tavada yem olmaktan kurtaracak belki de tek şey , aydınlanmadır. Tanrıya, iyi veya kötü anlamlar yüklemek boşunadır. Biz tuttuğumuz balık konuşmadığı sürece ona karşı ne kadar duygu besliyorsak, o da bize karşı ancak bu kadar duygusal davranabilir. Onun enteresini çekmek için, özel olduğumuzu fark etmesi gerekir. Farklı bir kuyruk sallayış, bilinçli, ritmik bir zıplayış, geri geri sürünüş gibi dikkat çekici davranışlar sergilemeliyiz belki de. Onu anladığımızı ve merhametine sığındığımızı göstermek için. Bizi nasıl fark edebilir ki yoksa? Dünya bu kadar büyük iken ve varlıklar bu kadar çok iken?
Tanrı denen evrenin yönetim mekanizmasını, sistemini anlamak için, onu kişileştirmek zorunluluğu var. Böylece bizim evren içindeki yerimizi, önemimizi irdelemek için bir kıyas ve dayanak ettiğimiz bir şey oluşur. Evren sisteminin şu anki gidiş yönü (zaman-mekan olarak), evrim yönüdür. Her bir canlı, ileriye gitmek, gelişmek durumundadır. Gelişemezse, sahneyi terk etmek durumunda kalır. Ölür. Bu ırklar ve canlı çeşitleri için geçerli olduğu gibi, tek tek bireyler için de geçerlidir. İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren, kendini evrimleştirmek zorundadır. Öğrenmek, düşünmek, kendini gözlemlemek, farkındalık kazanmak zorundadır. Kendi hakkında, tanrı ve varoluş düzeni hakkında sorular sormalıdır. Soruları sormazsa, cevaplar da gelmez. Bu en basit kanun. Soruları sorduğu ve tarafsız düşünce ile gözlemini koruduğu, dışarıdan gelen dogmatic tepkilere karşı korunduğu sürece, cevapları bulmaya yaklaşır. Ve böylece evrimleşmeye başlar. Başka bir deyişle tekamül eder. Gelişir. Kendini, cevap bulmaya istekli bir alıcı olarak hazırlamalıdır. İstek duymalı, merak etmeli ve korkmamalıdır. Bu üçü – istek, merak ve cesaret, içinde yatan dikey evrim programını harekete geçirmek için, başlangıç için yeter. Elbette ki dünya düzeninde evrimleşmek sürüyor, yavaş yavaş… Bu evrim düzeni, zamana genişçe yayılan, yatay bir evrimdir. Hinduların samsarası gibi, binlerce hayat anlayışında, belki aşkın bir bilince ulaşmak için binlerce, milyonlarca yıl sürecek yatay bir evriim. Bizi ilgilendiren yatay değil, dikey evrimdir. Çünkü yatay, zamana, nesillere yayılmış olan evrim, bizim ömrümüzü aşıp, torunlarımızın genlerine aktarılır. Dikey evrim ise, samsaradan kurtulmanın yollarını gösterir.
Dünyamızda yaşamını sürdüren binlerce kuş türü vardır. Serçeler, martılar, leylekler, muhabbet kuşları, kanaryalar. Hepsi birbirinden güzel, renkli, küçüklü büyüklü, bana göre her biri de özel. Fakat görünüşteki bu çeşitliklerine rağmen, onların kaçta kaçını evcilleştirmeye çalıştığımızı düşünelim. Kaçına evimizde onurlu bir köşe ayırır ve onunla yakından ilgileniriz? (Gerçi kuşlar açısından bu durum hiç de tercih edilir değil) Ve onlarla olan daha yakın ilgimizin sebebi ne? Bizimle bir tür ilişki içine girebilenleri tercih ederiz. Gelişimine katkıda bulunabileceklerimizi alır ve daha güzel ötmeleri için uğraşırız. Konuşturmaya çalışırız onları. Bizden bir şeyler vermeye çabalar, kendimize benzetmeye çalışırız. Bir kısmı taklit dahi olsa, konuşmayı başarır da üstelik. O zaman bize daha sempatik gelir o kuş, daha da çok emek harcar, hatta ödüllendiririz. Kuş bize doğru bir adım atarsa, biz iki adım geliriz. Besleriz, okşarız, severiz, eğitiriz, çiftleştiririz, neslini devam ettiririz. Böylece bazen ona kendi özel dünyamıza, hakikate dair bazı sırları da fısıldarız. O anlar veya anlamaz. Kesin olan bir şey var ki, ona kıyıp öldürmeyiz, aksine yaşatmak ve çoğaltmak için elimizden geleni yaparız. Yakın ilgimizi, yerinden, doğal sorunsuz yaşamından kopardığımız ve sınırlandırdığımız için bir zulüm olarak görebilir. Onun gelişimine katkıda bulunduğumuzu bilmediği için, başına bir sürü dert verdiğimizi düşünür küçük aklıyla. “Kuş beyni”, başına gelen belalardan, dert, hastalık, geçim sıkıntısı, ayrılıklar v.s hayıflanıp durur, onların onu büyüteceğini ve diğer sıradan kuşlardan ayırıp, eğitimcisi gözünde özel kılacağını bilmediği için. Bilmez ki büyümenin bir bedeli var, sancılıdır tekamül. Şimdi, dünya üzerindeki kuşların sayıca ilgilenebileceğimizden fazla olduklarını (kabaca yedi milyar) farz edelim. Tamamının yeteneği konusunda görüş bildiremeyecek kadar çoğalmışlardır kuşlar. Hepsini takip edip izlemek için gücümüzü harcamak istemeyiz, yapabilsek bile. Bunun yerine, bakıcılar, öğreticiler, eğitmenler tutar, onlara nasıl bakılması gerektiğini, ne türden kuşlarla daha yakından, özenle ilgilenmeleri gerektiğini öğretiriz. Öğretmeyi bir sisteme oturtururuz. Evrensel bir hiyerarşi oluşur. Artık kuşlarla ilgilenen profesyonel eğitimli, işi bilen öğretmenler vardır. Takibi onlar yapar, seçmeleri ve gözetlemeyi. Onlar korur, gerektiğinde müdahale eder, hatta bazen yön verip kurtarır. Bazense kayıtsız kalıp ölümlerini izler. Kuşların görüp görebileceği sadece bu eğitmenlerdir işte. Dini öğretilerde onlara melek denir. Gnostik literatürde ise Demiurgus. Tevratta, Tanrı Yehova adını alırlar. Şu var ki, hepimiz eğitimcilerin sınavından geçemeyiz. Diğerlerinde daha bir başka, anlam yükleyerek şakımamız gerekir. Bir ışık görmeleri gerekir bizde. Bizi fark etmeleri gerekir. “Bu sadece aptal bir balık (veya kul) denilmesinden kurtulma yolunu bulmamız gerekir. Şükür ki hepimiz aynı değiliz. Aramızdan, farklı, özel olmayı başarabilenler var, bilgeler gibi, peygamberler gibi. Onlar bize eğitimcilerin kulaklarına fısıldadıkları sırların bir kısmını aktarırlar.
Renan Seçkin
spontane düşünce ürünü bu yazım Kasım 2011 tarihlidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder