9 Aralık 2016 Cuma

Emanuel SWEDENBORG, BİR DELİ Mİ YOKSA BİR VELİ Mİ?

EMANUEL SWEDENBORG KİMDİR

Emanuel Swedenborg, 1688 yılında Stockholm’de dünyaya gelir. Kendi çağının Leonardo da Vinci’si sayılan Swedenborg, ileri medyum yeteneklerine sahiptir. İsveç’in dokuz dil bilen önemli bir matematikçisi, din bilimcisi ve filozofudur ama belki de en büyük katkısı, kitaplarıyla ruhsal dünyayı tanıtmasıdır.
Daha çocuk yaşlarda inanılmaz yetenekler gösterir. 21 yaşına geldiğinde gelecekteki olayları öngörmeye başlar. Daha sonra bilime yönelir ve birçok keşfe imza atar. Swedenborg, en çok öte alemlere çıktığı yolculuklarla bilinir. Çevresinde kişileştirdiği "astral ışık" atmosferi daimidir, bilgileri ondan ve onun sayesinde almaktadır ancak hoş görü gösterilmesini sağlamak amacıyla sürekli deli veya çılgın numarası yapmayı, aklını yitirmiş gibi davranmayı tercih etmektedir. Fiziksel bedenini terk etmek suretiyle gittiği ruhsal dünyada gördüklerini ayrıntısıyla betimler. Ruhlar, melekler, tüm o cennet ve cehennem sakinleri deyim yerindeyse "ona bir adım kadar yakındır" ve onunla bir insanın diğer bir insanla konuştuğu gibi konuşmuşlardır. Swedenborg onların yardımıyla defalarca dünyalarını ziyaret ettiğini açıklar ve eserlerini incelediğimizde hayal gücü ürünü olamayacak kadar ayrıntılı, sistemli, metodik ve mantıklı izahlar verdiğini hayretle keşfederiz. Emanuel Swedenborg bununla kalmayarak, tüm melekutun bir zaman yaşayan insanlardan oluştuğunu açıklar ve ilginç ispatlar sunar, ayrıca İncil'de bahsedilen "Kıyamet"in çoktan kopmuş olduğunu, dinsizlerin, Müslüman, Hristiyan, Musevi vs. halkların şu anda bulunmakta olduğu bölgeleri ve hallerini tek tek tasvir eder. Çevirisi şahsıma ait olan ve Mavi Kalem Yayınevi tarafından yayınlanan "Son Yargı Günü" isimli kitap bunlara ek olarak kıyametin ne şekilde koptuğunu da ayrıntısıyla betimlemektedir.

1743 yılında, yaşamının ilk bölümünü adadığı bilim alanından tamamen mistisizme kayar ve günümüzde hala alanında en etkili eserler arasında sayılan “Cennet ve Cehennem”, “Göğün Gizleri”, “Son Yargı Günü” kitaplarını ve benzeri diğer eserlerini yayınlar. “Kelam”ın, birkaç İncil’de bulunduğunu, hepsinde içerik olmadığını anlatır ve bahsettiği “Kelam”ın yalnızca bir metinden ibaret olmadığını, onda çok daha özel, derin bir ruhsal mananın gizlendiğini açıklar.
Swedenborg ile ilgili bir çok gizemli söylenti olmakla beraber, en az iki vaka görgü tanıklarıyla kayıtlara geçirilmiştir. İlki, duru görü ile tanıklık ettiği büyük Stockholm yangınıyla ilgilidir ve bizzat Kant tarafından kaleme alınmıştır:
“Eylül 1757’da, cumartesi günü öğleden sonra saat dörtte İngiltere’den Goteborg’a varır. Burada Mr. William Kasl, evine onu ve daha 15 kişiyi davet etmişti. Akşam altıda, Swedenborg salondan çıktı ve birazdan rengi solmuş ve heyecanlanmış bir şekilde geri döndü. Bize Stockholm-Züdermalm’de korkunç bir yangın çıktığını (Goteborg, Stockholm’dan 50 km mesafededir), yangının hızla yayıldığını, arkadaşlarından birinin küle döndüğünü ve kendi evinin de tehlikede olduğunu söyledi. Saat sekizde tekrar odaya gelerek sevinçle: ‘Tanrı’ya şükür, yangın evimden az uzakta söndürüldü.’ dedi. O gün haber tüm şehre yayıldı ve valinin verdiği önemden çok fazla endişe yarattı.”
İkinci vaka ise, Rus çarının ölümüyle ilgilidir. 1762 yılında Swedenborg Amsterdam’da bulunur. Bir gün öğle yemeği sırasında davetlilerin önünde aniden susar. Yüzü değişir ve zihni sanki çok başka yerlerdedir. Bir vakit sonra kendine gelen Swedenborg, “Rus İmparator III. Peter biraz önce vefat etti.” der. Bu gerçektir ama çarın ölümüne dair haberler ancak bundan 23 gün sonra gazetelerde yer bulacaktır ve o anda bunu bilebilmesine imkan yoktur. Buna benzer birkaç olayın daha yaşanması, Swedenborg’u üne kavuşturur.
Mavi Kalem Yayınevi, büyük Fransız okültist Eliphas Levi'nin "Dogma ve Ritüel" eserinde ısrarla "aydınlanmış" olarak bahsettiği Swedenborg'un "Evren ve Dünyaları" ile "Son Yargı Günü" isimli iki küçük kitabını tek bir ciltte okurların beğenisine sunmuştur.


26 Ekim 2016 Çarşamba

PARACELSUS

Peygamberlerin dışında mucizeler yarattığından bahsedilebilecek birileri varsa, Paracelsus mutlaka onlar arasında sayılmalıdır.
Peki, bu büyük gizemci, hekim-şifacı ve "büyücü" kimdi, nasıl bir hayat yaşadı? Onu "Paracelsus" yapan öyküyü izleyelim mi?

Tarihsel Bilgiler

Asıl ismi Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim olan Paracelsus’un dedesi, Hohenheim adındaki eski asil bir aileye aitti ve bir Malta şövalyesi olduğu söylenirdi. Şatoları Stuttgart’ın kuzeyindeki Plieningen köyündeydi. Paracelsus’un babası, asil bir aileye mensup bir bayanla olan evlilik dışı ilişkinin bir meyvesiydi. O dönemde evlilik dışı çocuklara karşı olan tutumdan dolayı küçük Wilhelm Bombast, Württemberg’deki amcasının evine yaşamaya yollandı. Orada Tübingen üniversitesinde tıp okumak için yazıldı. Evlilik dışı çocuklar kanuni miras haklarına sahip olmadıkları için de Wilhelm Bombast, fakir öğrencilerin listesine adını yazdırdı.
Üniversiteyi bitirmemesi ve doktor unvanını alamaması, Wilhelm Bombast’ın hekimlik, simya ve astroloji mesleklerini icra etmesine engel olmadı. “Gayrimeşru doğan” isminden kendini kurtarmak için İsviçre’ye Zürih gölüne yakın bir köye taşındı. Oksner ailesinin evine yerleşti. Paracelsus, 14 Kasım 1493 tarihinde bu evde doğdu ve büyük olasılıkla annesi de Osner ailesinin kızıydı.

Hikâyeye göre Paracelsus’un annesi sürekli hastaydı. Çocuk daha 9 yaşındayken bir şizofreni krizi sırasında kendini Şeytan Köprüsü’nden aşağı attı.
Paracelsus’un çocukluğu hakkında, yoksulluk içinde geçtiği dışında bilinen fazla bir şey yok. Resimlerinde rahitizm hastalığının izleri görülür. Annesinin ölümünün ardından babasıyla birlikte Habsburg Hanedanlığındaki Carinthia bölgesine taşınırlar. Çevrede büyük çinko, sülfat ve kurşun madenleri vardı. Daha sonra oğluna da öğreteceği ileri mineraller bilgisi sayesinde Wilhelm Bombast, yerel madenci okulunda bir iş edinir. Burada tıp eğitimini de tamamlayıp kasaba doktoru olur. Paracelsus’un babası 1534’te vefat eder.
Oğul, babasının sakin mizacına sahip değildi. Dedesinin coşkulu karakterini, sorgulayıcı zihnini ve macera arzusunu miras almıştı.
İnssbruck yakınlarındaki madenlerde işe başladı. Madencilerden, yeraltındaki metallerin kıskanç cüceler tarafından korunduğuna dair rivayetler dinledi ve metaller konusundaki ilgisi arttı.  Madencilerin hastalıklarına duyduğu üzüntüyle “Madencilerin Hastalıkları Hakkında” kitabını yazdı. Paracelsus, doğayı daha küçük yaşlardayken sevmişti. Babasıyla bitkiler ve otlar toplardı, şifalı bitkilerin sırlarını anlatan halk şifacıları ile sohbet ederlerdi. Daha sonraları, şifalı bitkileri normal bir ilaç olarak kullanmakla yetinmedi ve meydana geldikleri asıl maddenin gizli güçlerini öğrenmeye çalıştı.
Simya ve tabiat bilimleri dışında teoloji ve skolastik felsefe (inanç ve bilgiyi, bilimi, özellikle de Aristoteles’in bilimsel dizgesini kiliseyle uyumlu bir biçimde birleştirmeye çalışan ortaçağ felsefesi) ile de ilgilendi. “Sn. Paul” Benedickt Manastır okulunda edindiği orta düzey Latin dili bilgisiyle o dönemin Kabala ve Simya kitaplarını okumaya başladı.
1507 yılında, henüz 14 yaşındaki genç, gezgin bir öğrenci olarak Avrupa’yı dolaşmaya başladı. Neredeyse tüm Avrupa’yı dolaştı, hem hekimlerden hem köylü şifacılardan derin bilgiler edindi.
1509’da aritmetik, geometri, müzik ve astroloji öğrenimine başladı. 1511 yılına kadar 2 sene Viyana’da bakalorya diplomasını almak için çalıştı. 1513-1516 yılları arasında İtalya’yı dolaştı ve Feraara’da tıp eğitimi aldı. Daha sonra Arap tıbbının kalbi Sevila, Montpellier üniversitelerinden ve Paris Sorbonne’dan geçti.
Muhtemelen 1517’den 1524’e kadarki tüm yolculukları boyunca askeri hekimlik icra etti. 1524’ün ikinci yarısında daimi olarak Salzburg’a yerleşmeye karar verdi ama Köy Savaşı’na destek verdiği için şehirden kovuldu.
1526’da bu defa Strasbourg’a geldi ama çok sürmeden bu şehri de terk etti. Bu senaryo tüm yaşamı boyunca tekrar etti: Sahip olduğu ünlü hekim ismi sayesinde geldiği şehrin tüm kapılarını açtı, bir müddet sonra diğer hekimlerle, dini isimlerle ve şehrin diğer büyükleriyle anlaşmazlığa düştü, sonra da şehri terk etmek zorunda kaldı. Paracelsus, akademik tıbbı, yoksullara yapılan kötü davranışları, dini adamların çelişkilerini açıkça eleştirmekten çekinmedi.
1529 yılında Nürnberg mahkemesi, çalışmalarının yayınlanmasını yasaklayınca çoğu eseri ancak ölümünden sonra yayınlanabildi.
1534 yılında kendisiyle önemli bir değişim oldu ve simya görüşleri tamamen değişti. “Daha önceleri simyanın çiçeklerini seyrettiğimyerlerde şimdi yalnızca otlar görüyorum.” diyordu. Bundan sonra daha dengeli, daha sakin, karşıt görüşlülerin fikirlerini ve alaycılıklarını önemsemez biri olacaktı. Özellikle ruhsal konularda, gizli ilimler ve kehanetler konusunda yazılar yazmaya başladı. Yani sanki kendisi de bir tür simyasal dönüşüm geçirmişti.
Buna rağmen karşıtları tarafından rahatsız edilmeye devam etti. 24 Eylül 1551 yılında, 48 yaşında ölürken, vasiyetini yerine getirecek güvenilirlikte hiç kimsesi yoktu.


Paracelsus, çağın diğer alimlerinin aksine basit bir dilde, kısa ve anlaşılır konuşmayı seviyordu. Tartışmaları sırasında basitliği parlak Latin cümlelerin zorluğuyla giydiren çağdaşları gibi asla olmadı. Basitliğin aslında bilgi birikiminin neticesinde edinilen bir meziyet olduğunda inanıyordu. Buna ben de tüm kalbimle inanıyorum.
O dönemin üniversiteleri, akademik tıbba düşman kesilmesine neden oldu ve tıbbi reform fikri üzerine yoğunlaştı. Tıp öğrencilerinin astroloji bilmeleri gerektiğini de savunuyordu. İnsan bedeninin farklı organlarının farklı göksel cisimlerin tesirinde olduğunu öğretiyordu. Ancak insanı çok daha güçlü yapan, tabi olduğu başka kurallar da vardı. Bunu “İnsanın bilgeliği o denli büyüktür ki, yıldızlar, gökler ve burçlar ona itaat etmektedir.” gibi sözleriyle ifade ediyordu. Buna göre insan, kendini değiştirince kaderini de değiştirebiliyordu.
Yolculukları boyunca “zenginleri para ve ün için, fakirleri Tanrı’nın ödülü için” tedavi ettiğini söylüyordu. O devrin yanlış görüşlerinden biri de, cerrahlığın hekimlik olarak sayılmamasıydı. Paracelsus buna da karşı çıktı, “Aynı zamanda hekim değilsen, cerrah da olamazsın.” dedi. Ünlü “İlacı yapan dozudur” ifadesi de ona aittir.
“Paragranum” kitabında tıbbın dört ayağının olması gerektiğini, bunların da tabiat felsefesi, astroloji, simya ve erdem olduklarını yazmıştı. Erdem adı altında, hekimin ahlak ve erdemlerini, ayrıca şifalı ot veya mineralin enerjisini kastediyordu. Bu görüşüyle de doğu tıbbına yakın bir yerde duruyordu. Yine doğu felsefesine bezer bir şekilde, tedavinin, hekimin kişiliğinin, Tabiat’ın tesirinin, felsefi ideaların ve onların erdemler olarak kullanımının bir simyasal birleşimi olduğunu varsayıyordu.
İnsan ile kozmos arasındaki ilişkiyle ilgili olarak, makrokosmostaki her şeyin mikrokosmos olan insanda özüt şeklinde bulunduğuna inanıyordu. Bugünkü holografik evren teorisinin de dediği gibi, insan, makrokosmostaki her şeyin bir ayna olarak yansıdığı bireysel bir mikrokosmostu ona göre. Bu yüzden insanın beden ve organlarının rahatsızlıklarını incelerken, önce dış dünyaya, görünür dünyaya bakılmalıdır ve görünür dünyanın işaretlerinden, görünmez dünyanın sorunları bulunabilir. Örneğin bir karaciğer sorunu yaşanıyorsa, öncelikle insanın dış dünyayla, çevresiyle olan problemleri, öfke ve kibir gösterileri tespit edilir ve ayrıca bu davranışlara sebebiyet veren ruhsal-düşünsel sebepler öğrenilebilir.
Her hastalığın sebebi farklıdır, bedendeki yeri farklıdır ve her hastalığa uygun spesifik bir ilaç olmalıdır. Bu cümle, Paracelsus tıbbının temelini oluşturur.
Bundan başka, her hastalık, ona sebep olan şeyle tedavi edilmelidir. Paracelsus, insan bedenini organlar olarak değil bir bütün olarak değerlendirir. Tedavinin başarısı için psikolojinin anatomiden çok daha önemli olduğunu anlatır. Bazıları, onu kaplıca tedavilerinin kurucusu olarak kabul ederler. Doğal mineral suların sağlıklı ve hasta organizmalar üzerindeki tesiri üzerinde çalışır ve bu konuda yazılı birkaç eser bırakır.

Mistik Öğreti
Paracelsus, İstanbul’da Yunan bir rahipten simya sanatı dersleri aldığını belirtmişti. Burada hem somut hem de soyut anlamda kurşunu altına dönüştürmeyi öğrenmişti. İskenderun’da katıldığı bir neoplatonist grupta maji sanatına dair bilgiler edinmişti. “Altın gül-haç” örgütüne üye olduğu ve bu cemiyete büyük etkide bulunduğu varsayılır. Hatta onun Christian Rosenkreuz’un ta kendisi olduğuna inananlar da vardır.
Şifa, tedavi, simya ve astrolojinin dışında spiritizm (ruhçuluk), hiromantia, fizyonomi, durugörü ve maji ile ilgilenir. Bilindik simyacılardan ilk defa o, simyanın gerçek manasını açıklar. Bu sanatın, ruhun arındırılması ve saflaştırılması olduğunu açık açık söyler. Simyanın, doğanın mükemmeleştirilmesi olduğunu veya başka bir deyişle, ruhun hızlı arınımı olduğunu anlatır. Astrolojik kehanetlerinden birinde ise şunları der: “Tüm siyasi ve dini hâkimiyet yok olacak. Türkler Ren’e ulaşacak. Hristiyanlardan, Yahudilerden, Türklerden ve kafirlerden oluşan bir çarlık kurulacak.”
Paracelsus, hayatın çoktan ölmüş, eskimiş kitaplardan öğrenilmesine gerek olmadığına, değer vermeyi hak eden tek bir kitap olduğuna ve onun “Liber Mundi” olduğuna inanır. “Doğayı öğrenmeyi isteyenler, kitabını ayaklarıyla okumalılar. Doğanın kitabı budur ve sayfaları böyle çevrilmelidir.” Ayrıca şunu da demiştir: “Sırların harfleri görünür, ulaşılır, anlaşılır ve açıkça yazılan bir kitaptır, bu yüzden insan, öğrenmek istediği her şeyi bu kitapta bulabilir, Tanrı’nın nasıl yazdığını bulur; eğer doğru okunursa diğer tüm kitaplar ölü harflerle yazılmış gibi durur; bu kitap her şeyi içerir ve başka yerlerde cevap aramanın gereği yoktur, cevabı yalnızca insanın içinde aramalıdır. İnsan, tüm sırların yazıldığı kitaptır.”
Paracelsus’a göre İnsan ile Doğa arasındaki uyum, ikisi arasındaki ilişkinin gücüne bağlıdır. Doğa, saklı güçlerini ortaya çıkarması için insana ihtiyaç duyar ve Doğa’nın, kendi bilinçsiz, uyur ve pasif halinden çıkabilmesi için insanın aydınlanmasına, farkındalığına gereksinimi var. Bunun için de insanın kendi içine dönmesi, böylece doğanın kendini ifşa etme arzusunu yerine getirmesi şarttır.
Paracelsus, evrenin ve insanın yaratıldığı üç element olduğunu söyler: kükürt, cıva ve tuz. Astral ışığa astral dünya adını verir. Yıldızların ve diğer gök cisimlerinin psikolojimizi etkilediğini ve astrolojinin temel görevinin insana psişik dünyasıyla çalışma imkanını vermek olduğunu, değiştirmesi gereken yönlerini, karmik geçmiş ve vazifelerini göstermesi gerektiğini söyler. “Ruhsal dünyaya ait her şey yıldızlar yoluyla gelmeli ve onlarla barış içindeysek çok büyük majik işler yapabiliriz.” der.
Hem dünya gezegeni hem de insanla ilgili olarak manyetizmayı keşfeden odur. İnsanın yalnızca gıdalarla beslenmediğini, manyetik kuvvetlerce de desteklendiğini iddia eder. Yani eski Hint inancındaki “prana”dan bahseder. İnsan uyuduğunda astral bedeni yıldızlara doğru yolculuğa çıkar ve kehanet içerikli rüyalar edinir. Yine astral bedenle insanlar birbirine tesir uygularlar ve ayrıca hayvanların da birer astral bedeni vardır. Vecd durumundaki bir insan manyetizma gücünü doruğa çıkararak majik işlemler yapabilir. Bu majiyi yöneten ise iradedir.
Paracelsus’a göre insanın doğum anındaki şartlar ve olaylar son derece önemlidir. Her bir detay önemlidir ve gözden kaçırılmamalıdır. Daha geç dönemde bu görüşleri, doğadaki hiçbir şeyin önemsiz sayılamayacağı şeklindeki kabalistik önermeyi kabul eden Eliphas Levi tarafından da destek görür.
Son olarak da bugün az sayıdaki şifacının bildiği bir teorisinden bahsedelim. Paracelsus, hastalıkların belirli bir organ veya bölgede yerleşik olduğuna inanırdı. Eğer güçlü bir şifacı, hastayı şifalandırmaya başlarsa, hastalık organı terk edecek ve muhtemelen diğer bir organa değişecek. Hasta, sadece tedavi olduğunu sanacak ama çok geçmeden yeni bir şekliyle karşılaşmak zorunda bırakılacak. Günümüzde karmik şifacıların bilmelerinin zorunlu olduğuna inandığım bu yasaya, hastalığın sadece organ değiştirmekle kalmayabileceğini, başka bir kişiye, muhtemelen bir aile üyesine veya bir sonraki nesle atlayabileceğini ve şifacının bundan sorumlu tutulacağını eklemek isterim.
Homunkulus, yani “yapay insan” yarattığı dahi söylenceler arasında olan bu büyük ismi tanıtmanın verdiği mutluluk ve sevinçle, iyi okumalar diliyorum.


Renan Seçkin
Mavi Kalem Yayınevi


(Majik Arhidox I - II kitabından) 

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Kolektif Astral Varlıklar




KOLEKTİF ASTRAL VARLIKLAR

Tıp dünyasının da dikkat çektiği gibi, bazı vakalar salgın hale gelmeye eğilimlidirler. Görünürde aralarında hiçbir bağın olmadığı birbirinden çok uzakta bulunan insanlar benzer tuhaf davranışlar sergilerler ve anlaşılmaz bir şekilde bir dönemde gazetelere hep benzer garip haberler yansır. Dahası, çoğu suç teşkil eden bu eylemlerin bir kısmı geçmişte, belki asırlar öncesinde de işlenmiş, belli dönemlerde tekrar tekrar kendini yenilemiş gibidir. Psikiyatrların cinnet olarak tanımladığı bu gibi vakalar üzerine benim biraz daha farklı bir açıklamam var.

Bir duygu veya düşüncenin kendi başına ne kadar etkin olduğunu biliyoruz. Hem kendi duygu ve düşüncelerimizin gücünün farkındayız hem de çevrenin bize empoze ettiği duygu ve düşüncelerin tesir ve sonuçlarını izliyoruz. Ve bir okültistin de iyi bildiği üzere bunlardan her biri, kendi astral veya mental alanının madde cevheriyle giyinmiş, ancak astral veya mental gözle görülebilen bir form alır. Form, duygu ve düşüncenin sürdürülmesiyle durmadan enerji alır, beslenir, büyüyüp güçlenir. Peki, aynı türde birkaç duygu veya düşünce bir araya gelirse ne olur? Bunlar birleşir ve tek bir varlık halini alırlar. Yeni katılan üyelerle gittikçe daha da büyüyüp güçlenen bu varlık formları, bulundukları astral düzeyden, benzer frekanstaki insanlara tesir etmeye başlarlar ve taşıdıkları duygu veya düşüncelerle ulaşabildikleri kişilere telkinlerde bulunurlar. Sıradan bir algıya sahip olan normal bir insan, etkisinde kaldığı duygu veya fikrin dışarıdan gelip gelmediğini sorgulamadığı için kolayca etki altına girip bu kolektif varlığa güç ve enerji sağlayan unsurlardan biri haline gelir.

Kolayca tahmin edileceği üzere bu domino etkisi varlığın az zamanda büyük bir güce, dolayısıyla da büyük çapta bir enerjiye kavuşmasına neden olur. Üstelik hissettiği duygunun veya sahip olduğu fikrin iyi, doğru ya da hayırlı olması gerekmez. Toplumsal görüş, kabul adını verdiğimiz inanç, dini dogma, moda olan birçok akımın ardında böylesi birer astral varlık formu vardır. Neredeyse her birinin kendi tanrısı veya iblisi vardır. Bir kişinin normalde çılgınca ve aptalca bulduğu bir fikrin kolektif olduğunda aynı kişi tarafından normal ve kabul edilebilir karşılanmasının sebebi de budur. Örnekleri çok fazladır.

En taze örnek, bakıcısı olduğu 3–4 yaşındaki kız çocuğunun başını kesen ve geçtiğimiz gün ilk duruşmasına çıkan evli ve üç çocuklu Özbek bir kadının hikâyesi. Bu kadının akıl sağlığının normal olmadığı iddia ediliyordu. Bakımını üstlendiği kızı öldürüp başını kestikten sonra evi ateşe vermiş, ardından elinde kızın kesik başıyla Moskova Metro istasyonuna gitmişti. İzlediğim videoda Rusça olarak “Ben teröristim, ben ölümüm!” diye büyük bir gururla haykırıyordu. Daha sonra alınan ifadesinde Allah’ın sesini işittiğini, ona çocuğun başını kesmesini söylediğini anlatacaktı. Ve bu kadın tek değildi. Son zamanda “baş kesen” birkaç kadınla ilgili başka haberler de medyaya yansımıştı. Ve daha başkaları da... (Musallat-Renan Seçkin kitabından alıntı)

21 Mayıs 2016 Cumartesi

MUSALLAT Kitabı Çıktı


Yazmaya uzun bir süre ara vermeyi düşünürken, toplumsal bir ihtiyaç doğrultusunda bu kitabı yazma gereği duydum. İnsanlara musallat olan bedensiz varlıklar konusu o kadar yanlış bilinmiş, o kadar çok hurafe ile örtülmüştür ki, ileri bir maddi-manevi istismar aracına dönüşmüştür. Belki de bu yüzden, kitabın daha yayınlanma aşamasında bazı okuyucular, cin ve musallat konusunda korku duyduklarını ve bu yüzden kitabı okuyamayacaklarını ilettiler. Ancak bu kitap, kesinlikle korku unsuru içermediği gibi, insanlara neyin ne olduğunu açıkça anlatmakta ve çözüm yolları önermektedir. Korkuyu yok etmeyi ve istismara dur demeyi amaçlamaktadır.

Kitabı almayı düşünenlere şimdiden iyi okumalar diliyorum...

O gün birçokları bana diyecek ki, "Ya Rab, ya Rab! Biz senin adınla peygamberlik etmedik mi? Senin adınla cinler kovmadık mı?.. O zaman ben de onlara açıkça, "Sizi hiç tanımadım, uzak durun benden, ey kötülük yapanlar!" diyeceğim.

(Matta)

21 Nisan 2016 Perşembe

Teozofi'nin Önemli İsmi Annie Besant



Annie Besant ilginç bir kişilik…

Bir Marksist ve kadın hakları savunucusu olarak adının hem Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg gibi 19. yüzyılın efsane kadın aktivistleriyle birlikte anıldığını, hem de, spiritualist ve çağdaş okültizmin kurucusu Helena Petrovna Blavatsky’nin sadık bir takipçisi olarak tarihe geçtiğini görürürüz.

Besant’ın marifetleri bunlarla da bitmez: O aynı zamanda kadınların da kabul edildiği “karma mason localarının” (co-masonry) fikir mimarı ve dünyaca ünlü Hintli düşünür Jiddu Krishnamurti’nin de manevi annesidir. Besant, o meşhur Hindistan gezileri sırasında, zekâ ve yeteneklerinden etkilendiği Krishnamurti’yle bir rastlantı eseri karşılaşmış ve evlat edinmiştir.

Politik bir aktivist olarak Besant, gerek konuşmaları gerek de yazılarıyla, sağlıksız endüstriyel koşullarda çalışan işçilerin sosyal haklarından İrlanda’nın bağımsızlığına ya da doğum kontrolünden vejetaryenliğe kadar, radikal sol diyebileceğimiz bir çizgide ateşli mücadelelere girişmiştir.

Karl Marx’ın temel, kuramsal metinlerini ilk kez İngilizce’ye çeviren Edwar Aveling ve ünlü yazar George Bernard Shaw’un, Besant’ın düşünce alışverişinde bulunduğu iki yakın aile dostu olduğunu biliyoruz. Aveling, bir süre Marx’ın kızı Eleanor’la birlikte yaşamış, bir anlamda Marksist öğretinin merkezinde yetişmiş ve Besant’ın düşünce dünyasını oldukça etkilemiş bir entelektüeldi…

Besant, 1887 yılında, Charles Bradlaugh ile birlikte Why I Do Not Believe In God (Neden Tanrıya İnanmıyorum) adında bir kitapçık yayınlamıştı. İlginçtir, 1887, Besant’ın Teozofi Derneği’nin kurucusu H.P. Blavatsky ile de tanıştığı yıldır. Yani ateizm bayrağını göndere çektiği yıl, aynı zamanda Besant’ın reenkarnasyon, durugörü medyumluğu ya da Budist inanç sistemini araştırmaya başladığı yıl olmuştu…

Helena P. Blavatsky, Gizli Öğreti (The Secret Doctrine) ve Peçesiz İsis (Isis Unveiled) gibi kitaplarıyla, hem kendi döneminin, hem de günümüzün yeniçağ öğretilerinin akıl hocası, ilham perisi, “Pallas Athena”sı olmuş bir figür. Manly P. Hall, Blavatsky için “Rus Sfenksi” diyor. Blavatsky’nin mistik karizması ve okült doktrininden oldukça etkilenen Besant da, hayatının ikinci yarısını teozofi derneklerinin yöneticiliğine dek uzanan “spritüal bir misyona” adıyor…

Farabi için İkinci Hoca (Muallim el Sani) denir. Birinci hoca Aristoteles’tir çünkü. Bir anlamda teozofi hareketinin, Blavatsky’den sonra gelen ikinci üstadı da Annie Besant’tır. Dönemin bu iki güçlü kadın figürü arasındaki işbirliği hayatlarının sonuna dek sürmüştür. Öyle ki Madam Blavatsky, Besant’ın evinde hayata gözlerini yummuştur.

Mavi Kalem Yayınları, on dokuz ve yirminci yüzyıl Avrupa’sının, bu sıradışı kişiliği Annie Besant’ın iki kitabını okurlarına sunuyor. Teozofi ve spiritüalizm meraklıları, bu tarihsel metinleri kitaplıklarında bulundurmak isteyeceklerdir. Herkese iyi okumalar…

Kubilayhan Yalçın

Değişim & Dönüşüm



DEĞİŞİM & DÖNÜŞÜM

Herkes farkında mıdır bilmem ama son birkaç yıldır insanın içsel yapısı süratle değişmekte, adeta gözümüzün önünde evrilmektedir. Bu değişimin dünyanın her yerinde aynı anda olduğunu söyleyemeyiz. Bununla birlikte yeni nesil ve çocuklarda emarelerini rahatlıkla görebiliyoruz. Artık çocukların önemli bir kısmı bambaşka bir mantaliteye ve ruhsallığa sahip olarak dünyaya geliyorlar. Bizden o kadar farklı ve orijinaller ki çoğunlukla düşünce ve his yapıları karşısında apışıp kalırız. Evladının özgünlüğü hususunda doğru bir tutum sergilemek isteyen bir ebeveyn, öncelikle onu iyice tanımalı, onda filizlenen yeni yeteneklere özgürlük tanımalı, desteklemeli ve diğer ortalama düzey insanlara veya çocuklara katiyen benzetmeye çalışmamalıdır.

Gördüğümüz anda farklı olduklarını anladığımız bu yeni nesil çocuklara indigo, kristal, elmas gibi çeşitli isimler verilir. Hepsi de en az bir alanda sergiledikleri sıra dışılıkla dikkat çekmektedir. Size hemen yakın çevremden üç farklı örnek vermek istiyorum.

İlki, şu anda 8 yaşında olan muhafazakar komşumuzun oğlu. Kapıya çıkarken dahi tesettüre girmeyi ihmal etmeyen annesi, oğlanın okulda uyumsuzluk yaşadığını, diğer çocuklarla ortak konular bulamadığını, tuhaf tuhaf hobileri olduğunu (kadına göre o yaşta dünyanın diğer ucundaki ülkeleri ve halklarını araştırmak tuhafmış) anlatarak dert yanmıştı. Çocuk daha 4 yaşındayken, yuvaya yeni başladığında şöyle bir tespitle ilk golünü atmış: “Anne, ben Belçika’da doğsaydım Hristiyan olacaktım.” İlerleyen zamanda konuyu ilerleterek “Neden Müslüman olmak zorundayım?” diye bir soru yöneltmiş. Dini inancın aileden geldiğini güzelce açıklamalarına rağmen ikna olmamış ve “Sen Müslümansın, ben değilim.” diyerek itiraz etmiş. Neyse ki aile eğitimli ve bilinçli, çocuklarına baskı yapmamışlar ve ileride isterse diğer dinleri araştırabileceğini ve başka bir seçim yapmakta özgür olacağını söylemişler. Çocuğun en son “numarası” da bir öğretmenine yönelttiği “Madem sol el haram Kur’an neden sağdan sola yazıldı?” sorusuymuş. Bu çocuğun çok küçük yaşta sergilediği mantık, analiz gücü, bağımsız iradeye hayran olmamak elde değil.

İkinci çocuk yine aynı yaşta olan yeğenim. O da bildik bileli uyumsuz, inatçı bir çocuk. Doğal olarak önce yuvada sonra okulda bir sürü problem yaşadı, yaşattı ve hala da yaşıyor. Ablam, Barış henüz bebekken, çocukların gördüğü söylenen melekleri onun da gördüğünden şüpheleniyordu. Gözlerini bizim göremediğimiz bir şeylere dikip gülümsüyordu kendi kendine. Konuşmaya başladığında gülümsemeler azaldı ama bu defa geceleri uykusunda kalkıp, yatağa oturup etrafını gözlemlemeye başladı. Ablama çocukların algıları açık bir şekilde doğduklarını ve zaman içinde kendi kendine kapanacağını söyleyerek endişe etmesini önledim. Ama takip etmeyi sürdürüyordum. Soyut dünyayı somut dünyadan ayırması gereken ve aradaki keskin çizgiyi çizmesi gereken zaman geciktirilirse, çaresini o vakit düşünecektik. Neyse ki çok beklememiz gerekmedi. İlkokula başladığı sırada annesine şöyle bir soru sordu: “Gördüğüm bu amcalar hayal, değil mi anne?” Barış’ın algıları hala açık. Fizikötesine ait bazı şeyleri gördüğünü kabullendik ve bu görüntüleri soyut “hayal” dünyasına oturttuğunu anlayınca rahat bir nefes aldık. Barış şanslı bir çocuk. Asla “kafadan atıyorsun”, “masal uyduruyorsun”, “aman çocuğum bunlar cin, şeytan” gibi sözler işitmeyecek ve vakti geldiğinde duyu ötesi algılarını anlamlandırmada, kullanmada yardım edilecek.

Üçüncü örnek kendi kızım. Şu anda 15 yaşında olan kızım, birkaç zamandır beden dışı deneyimler yaşamakta, bunların ne olduğunu anlamakta, ruhun sembolik dilini öğrenmede yol katetmektedir. Bu ruhsal yönelişi, düşünce ve yaratıcılık alanlarında kendini bariz olarak açık etmektedir. Beden dışı deneyimlerin getirdiği içsel bilgelikle birlikte insan ve hayvanlara karşı empati duyguları gelişmekte, varoluşun maddi-fiziksel ve soyut-metafiziksel dengesini gözetmeye çalışmaktadır. Yazabilmem için ondan iki katına fazla yaşamamı gerektiren bazı sözleri işte bu bilgeliğin ürünleridir: “En sonunda falcıya sormuşlar, nasıl her şeyi bildin diye. Demiş ki: “Ben onlar için iyi olanı söyledim, onlar da tüm hayatlarını ona göre yaşadılar.”

18 Nisan 2016 Pazartesi

Charles Leadbeater Kimdir?



Teozofi renkli bir dünyadır. Teozoflar da masal kahramanı gibidirler.

Alexander Scriabin’in piyano sonatlarının, Wassily Kandinsky ve Piet Mondrian’ın “avant garde” resimlerinin ya da H.P Lovecraft’ın fantastik öykülerinin ardında onlar vardır. Bununla birlikte Hitler’in “okült ırkçılığının” ardından da karanlık birer korkuluk gibi karşımıza çıkabilirler…

Düşleri, düşünceleri, metafizik spekülasyonları ya da okült doktrinleri elbette tartışılabilir. Ama Batı Uygarlığının inanç ve kültür kodlarını anlamamızda bize zengin kaynak sunarlar.

Mavi Kalem Yayınları, teozofi klasiklerini dilimize kazandırmaya devam ediyor. Sıradaki konuk Charles Webster Leadbeater.

Leadbeater’ın melek mi yoksa şeytan mı olduğuna karar veremedim. Hayatı ve misyonuna dair bazı bilgileri aktarıp, yorumu sizlere bırakıyorum.

1847’de İngiltere, Stockport’ta doğuyor. Gençlik yıllarında onu ateşli bir Anglikan rahibi olarak görüyoruz. Bununla birlikte, dönemin ünlü medyumu William Eglinton’un spiritizma (ruh çağırma) celselerine de düzenli olarak katılıyor.

Ünlü teozofist Alfred Percy Sinnet’in Occult World kitabıyla birlikte “Blavatsky evreni” ya da teozofi dünyasını keşfediyor. Ve böylece, hayatı boyunca çalışıp, üzerinde kalem oynatacağı Karma, reenkarnasyon, ezoterik Hristiyanlık, Himalaya Üstatları, psişik yeteneklerin geliştirilmesi, düşünce formları, rüyalar ya da vejetaryenlik gibi konularla da tanışmış oluyor.

Leadbeater tipik bir otodidakt: Müzik, matematik, fizik, astronomi ve ornitolojiyle ilgileniyor. 1883 yılında Teozofi Derneği’ne girdikten sonra, Blavatsky’nin “veliaht prensesi” Annie Besant ile birlikte 60 kadar elementin atomik yapısı üstünde çalışmalar yapıyor. Neon elementinin bir izotopunu buluyorlar ve çalışma sonuçlarını 1908 yılında, The Theosophist dergisinde ilan ediyorlar. Aynı yıl Besant’la birlikte, bu çalışmalarının bir derlemesi olan Occult Chemistry (Okült Kimya) kitabını da yayınlıyorlar.

Yeri gelmişken: Teozofi Derneği’nin Hindistan’daki merkezi Adyar’da bulunduğu günlerde, 14 yaşında küçük bir çocuk, zekâ ve yetenekleriyle Leadbeater’ın oldukça ilgisini çeker. Daha sonra Annie Besant’ın evlat edineceği bu çocuğun adı Jiddu Krishnamurti’dir. Leadbeater’a göre Krishnamurti, beklenen Dünya Öğretmeni, Maitreya Buddha ya da mesihin ta kendisidir! Teozofi Derneği’nin kanatları altında, sözde gelecekteki bu spritüel misyonu için yetiştirilen Krishnamurti, ileriki yıllarda tüm bu Dünya Öğretmeni iddialarını reddetmiş; bağımsız bir düşünür olarak kişisel kariyerine devam etmiştir.

Leadbeater, 1915 yılında kadınların da kabul edildiği “co-masonic” bir locaya inisiye edildi. Bu döneme ait izlenimlerini Hidden Life In Freemasonry (Hürmasonluğun Saklı Hayatı) ve Glimpses Of Masonic History (Masonluk Tarihinden Enstantaneler) kitaplarında aktarmıştır.

Şimdi bu ünlü durugörü medyumu ve teozofist ile aranızdan çekiliyor ve iyi okumalar diliyorum.

Kubilayhan Yalçın

(Yüksek Bilinç kitabı, önsözü)