Peki, bu büyük gizemci, hekim-şifacı ve "büyücü" kimdi, nasıl bir hayat yaşadı? Onu "Paracelsus" yapan öyküyü izleyelim mi?
Tarihsel Bilgiler
Asıl ismi Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim olan Paracelsus’un dedesi,
Hohenheim adındaki eski asil bir aileye aitti ve bir Malta şövalyesi olduğu
söylenirdi. Şatoları Stuttgart’ın kuzeyindeki Plieningen köyündeydi.
Paracelsus’un babası, asil bir aileye mensup bir bayanla olan evlilik dışı
ilişkinin bir meyvesiydi. O dönemde evlilik dışı çocuklara karşı olan tutumdan
dolayı küçük Wilhelm Bombast, Württemberg’deki amcasının evine yaşamaya
yollandı. Orada Tübingen üniversitesinde tıp okumak için yazıldı. Evlilik dışı
çocuklar kanuni miras haklarına sahip olmadıkları için de Wilhelm Bombast, fakir
öğrencilerin listesine adını yazdırdı.
Üniversiteyi bitirmemesi ve doktor
unvanını alamaması, Wilhelm Bombast’ın hekimlik, simya ve astroloji
mesleklerini icra etmesine engel olmadı. “Gayrimeşru doğan” isminden kendini
kurtarmak için İsviçre’ye Zürih gölüne yakın bir köye taşındı. Oksner ailesinin
evine yerleşti. Paracelsus, 14 Kasım 1493 tarihinde bu evde doğdu ve büyük
olasılıkla annesi de Osner ailesinin kızıydı.
Hikâyeye göre Paracelsus’un annesi
sürekli hastaydı. Çocuk daha 9 yaşındayken bir şizofreni krizi sırasında
kendini Şeytan Köprüsü’nden aşağı attı.
Paracelsus’un çocukluğu hakkında,
yoksulluk içinde geçtiği dışında bilinen fazla bir şey yok. Resimlerinde
rahitizm hastalığının izleri görülür. Annesinin ölümünün ardından babasıyla
birlikte Habsburg Hanedanlığındaki Carinthia bölgesine taşınırlar. Çevrede
büyük çinko, sülfat ve kurşun madenleri vardı. Daha sonra oğluna da öğreteceği
ileri mineraller bilgisi sayesinde Wilhelm Bombast, yerel madenci okulunda bir
iş edinir. Burada tıp eğitimini de tamamlayıp kasaba doktoru olur.
Paracelsus’un babası 1534’te vefat eder.
Oğul, babasının sakin mizacına sahip
değildi. Dedesinin coşkulu karakterini, sorgulayıcı zihnini ve macera arzusunu
miras almıştı.
İnssbruck yakınlarındaki madenlerde işe
başladı. Madencilerden, yeraltındaki metallerin kıskanç cüceler tarafından
korunduğuna dair rivayetler dinledi ve metaller konusundaki ilgisi arttı. Madencilerin hastalıklarına duyduğu üzüntüyle
“Madencilerin Hastalıkları Hakkında” kitabını yazdı. Paracelsus, doğayı daha
küçük yaşlardayken sevmişti. Babasıyla bitkiler ve otlar toplardı, şifalı
bitkilerin sırlarını anlatan halk şifacıları ile sohbet ederlerdi. Daha
sonraları, şifalı bitkileri normal bir ilaç olarak kullanmakla yetinmedi ve
meydana geldikleri asıl maddenin gizli güçlerini öğrenmeye çalıştı.
Simya ve tabiat bilimleri dışında
teoloji ve skolastik felsefe (inanç ve bilgiyi, bilimi, özellikle de Aristoteles’in
bilimsel dizgesini kiliseyle uyumlu bir biçimde birleştirmeye çalışan ortaçağ
felsefesi) ile de
ilgilendi. “Sn. Paul” Benedickt Manastır okulunda edindiği orta düzey Latin
dili bilgisiyle o dönemin Kabala ve Simya kitaplarını okumaya başladı.
1507 yılında, henüz 14 yaşındaki genç,
gezgin bir öğrenci olarak Avrupa’yı dolaşmaya başladı. Neredeyse tüm Avrupa’yı
dolaştı, hem hekimlerden hem köylü şifacılardan derin bilgiler edindi.
1509’da aritmetik, geometri, müzik ve
astroloji öğrenimine başladı. 1511 yılına kadar 2 sene Viyana’da bakalorya
diplomasını almak için çalıştı. 1513-1516 yılları arasında İtalya’yı dolaştı ve
Feraara’da tıp eğitimi aldı. Daha sonra Arap tıbbının kalbi Sevila, Montpellier
üniversitelerinden ve Paris Sorbonne’dan geçti.
Muhtemelen 1517’den 1524’e kadarki tüm
yolculukları boyunca askeri hekimlik icra etti. 1524’ün ikinci yarısında daimi
olarak Salzburg’a yerleşmeye karar verdi ama Köy Savaşı’na destek verdiği için
şehirden kovuldu.
1526’da bu defa Strasbourg’a geldi ama
çok sürmeden bu şehri de terk etti. Bu senaryo tüm yaşamı boyunca tekrar etti:
Sahip olduğu ünlü hekim ismi sayesinde geldiği şehrin tüm kapılarını açtı, bir
müddet sonra diğer hekimlerle, dini isimlerle ve şehrin diğer büyükleriyle anlaşmazlığa
düştü, sonra da şehri terk etmek zorunda kaldı. Paracelsus, akademik tıbbı,
yoksullara yapılan kötü davranışları, dini adamların çelişkilerini açıkça
eleştirmekten çekinmedi.
1529 yılında Nürnberg mahkemesi,
çalışmalarının yayınlanmasını yasaklayınca çoğu eseri ancak ölümünden sonra
yayınlanabildi.
1534 yılında kendisiyle önemli bir
değişim oldu ve simya görüşleri tamamen değişti. “Daha önceleri simyanın
çiçeklerini seyrettiğimyerlerde şimdi yalnızca otlar görüyorum.” diyordu.
Bundan sonra daha dengeli, daha sakin, karşıt görüşlülerin fikirlerini ve
alaycılıklarını önemsemez biri olacaktı. Özellikle ruhsal konularda, gizli
ilimler ve kehanetler konusunda yazılar yazmaya başladı. Yani sanki kendisi de
bir tür simyasal dönüşüm geçirmişti.
Buna rağmen karşıtları tarafından
rahatsız edilmeye devam etti. 24 Eylül 1551 yılında, 48 yaşında ölürken,
vasiyetini yerine getirecek güvenilirlikte hiç kimsesi yoktu.
Paracelsus, çağın diğer alimlerinin aksine
basit bir dilde, kısa ve anlaşılır konuşmayı seviyordu. Tartışmaları sırasında
basitliği parlak Latin cümlelerin zorluğuyla giydiren çağdaşları gibi asla
olmadı. Basitliğin aslında bilgi birikiminin neticesinde edinilen bir meziyet
olduğunda inanıyordu. Buna ben de tüm kalbimle inanıyorum.
O dönemin üniversiteleri, akademik tıbba
düşman kesilmesine neden oldu ve tıbbi reform fikri üzerine yoğunlaştı. Tıp öğrencilerinin astroloji bilmeleri
gerektiğini de savunuyordu. İnsan bedeninin farklı organlarının farklı göksel
cisimlerin tesirinde olduğunu öğretiyordu. Ancak insanı çok daha güçlü yapan,
tabi olduğu başka kurallar da vardı. Bunu “İnsanın
bilgeliği o denli büyüktür ki, yıldızlar, gökler ve burçlar ona itaat
etmektedir.” gibi sözleriyle ifade ediyordu. Buna göre insan, kendini
değiştirince kaderini de değiştirebiliyordu.
Yolculukları boyunca “zenginleri para ve
ün için, fakirleri Tanrı’nın ödülü için” tedavi ettiğini söylüyordu. O devrin
yanlış görüşlerinden biri de, cerrahlığın hekimlik olarak sayılmamasıydı.
Paracelsus buna da karşı çıktı, “Aynı zamanda hekim değilsen, cerrah da
olamazsın.” dedi. Ünlü “İlacı yapan dozudur” ifadesi de ona aittir.
“Paragranum” kitabında tıbbın dört
ayağının olması gerektiğini, bunların da tabiat felsefesi, astroloji, simya ve
erdem olduklarını yazmıştı. Erdem adı altında, hekimin ahlak ve erdemlerini,
ayrıca şifalı ot veya mineralin enerjisini kastediyordu. Bu görüşüyle de doğu
tıbbına yakın bir yerde duruyordu. Yine doğu felsefesine bezer bir şekilde,
tedavinin, hekimin kişiliğinin, Tabiat’ın tesirinin, felsefi ideaların ve
onların erdemler olarak kullanımının bir simyasal birleşimi olduğunu
varsayıyordu.
İnsan ile kozmos arasındaki ilişkiyle
ilgili olarak, makrokosmostaki her şeyin mikrokosmos olan insanda özüt şeklinde
bulunduğuna inanıyordu. Bugünkü holografik evren teorisinin de dediği gibi, insan,
makrokosmostaki her şeyin bir ayna olarak yansıdığı bireysel bir mikrokosmostu
ona göre. Bu yüzden insanın beden ve organlarının rahatsızlıklarını incelerken,
önce dış dünyaya, görünür dünyaya bakılmalıdır ve görünür dünyanın işaretlerinden,
görünmez dünyanın sorunları bulunabilir. Örneğin bir karaciğer sorunu
yaşanıyorsa, öncelikle insanın dış dünyayla, çevresiyle olan problemleri, öfke
ve kibir gösterileri tespit edilir ve ayrıca bu davranışlara sebebiyet veren
ruhsal-düşünsel sebepler öğrenilebilir.
Her hastalığın sebebi farklıdır,
bedendeki yeri farklıdır ve her hastalığa uygun spesifik bir ilaç olmalıdır. Bu
cümle, Paracelsus tıbbının temelini oluşturur.
Bundan başka, her hastalık, ona sebep
olan şeyle tedavi edilmelidir. Paracelsus, insan bedenini organlar olarak değil
bir bütün olarak değerlendirir. Tedavinin başarısı için psikolojinin anatomiden
çok daha önemli olduğunu anlatır. Bazıları, onu kaplıca tedavilerinin kurucusu
olarak kabul ederler. Doğal mineral suların sağlıklı ve hasta organizmalar
üzerindeki tesiri üzerinde çalışır ve bu konuda yazılı birkaç eser bırakır.
Mistik Öğreti
Paracelsus, İstanbul’da Yunan
bir rahipten simya sanatı dersleri aldığını belirtmişti. Burada hem somut hem
de soyut anlamda kurşunu altına dönüştürmeyi öğrenmişti. İskenderun’da
katıldığı bir neoplatonist grupta maji sanatına dair bilgiler edinmişti. “Altın
gül-haç” örgütüne üye olduğu ve bu cemiyete büyük etkide bulunduğu varsayılır.
Hatta onun Christian Rosenkreuz’un ta kendisi olduğuna inananlar da vardır.
Şifa, tedavi, simya ve astrolojinin
dışında spiritizm (ruhçuluk), hiromantia, fizyonomi, durugörü ve maji ile
ilgilenir. Bilindik simyacılardan ilk defa o, simyanın gerçek manasını açıklar.
Bu sanatın, ruhun arındırılması ve saflaştırılması olduğunu açık açık söyler.
Simyanın, doğanın mükemmeleştirilmesi olduğunu veya başka bir deyişle, ruhun
hızlı arınımı olduğunu anlatır. Astrolojik kehanetlerinden birinde ise şunları
der: “Tüm siyasi ve dini hâkimiyet yok olacak. Türkler Ren’e ulaşacak.
Hristiyanlardan, Yahudilerden, Türklerden ve kafirlerden oluşan bir çarlık
kurulacak.”
Paracelsus, hayatın çoktan ölmüş,
eskimiş kitaplardan öğrenilmesine gerek olmadığına, değer vermeyi hak eden tek
bir kitap olduğuna ve onun “Liber Mundi” olduğuna inanır. “Doğayı öğrenmeyi
isteyenler, kitabını ayaklarıyla okumalılar. Doğanın kitabı budur ve sayfaları
böyle çevrilmelidir.” Ayrıca şunu da demiştir: “Sırların harfleri görünür,
ulaşılır, anlaşılır ve açıkça yazılan bir kitaptır, bu yüzden insan, öğrenmek
istediği her şeyi bu kitapta bulabilir, Tanrı’nın nasıl yazdığını bulur; eğer
doğru okunursa diğer tüm kitaplar ölü harflerle yazılmış gibi durur; bu kitap
her şeyi içerir ve başka yerlerde cevap aramanın gereği yoktur, cevabı yalnızca
insanın içinde aramalıdır. İnsan, tüm sırların yazıldığı kitaptır.”
Paracelsus’a göre İnsan ile Doğa arasındaki uyum, ikisi arasındaki ilişkinin gücüne bağlıdır. Doğa, saklı güçlerini ortaya çıkarması için insana ihtiyaç duyar ve Doğa’nın, kendi bilinçsiz, uyur ve pasif halinden çıkabilmesi için insanın aydınlanmasına, farkındalığına gereksinimi var. Bunun için de insanın kendi içine dönmesi, böylece doğanın kendini ifşa etme arzusunu yerine getirmesi şarttır.
Paracelsus’a göre İnsan ile Doğa arasındaki uyum, ikisi arasındaki ilişkinin gücüne bağlıdır. Doğa, saklı güçlerini ortaya çıkarması için insana ihtiyaç duyar ve Doğa’nın, kendi bilinçsiz, uyur ve pasif halinden çıkabilmesi için insanın aydınlanmasına, farkındalığına gereksinimi var. Bunun için de insanın kendi içine dönmesi, böylece doğanın kendini ifşa etme arzusunu yerine getirmesi şarttır.
Paracelsus, evrenin ve insanın
yaratıldığı üç element olduğunu söyler: kükürt, cıva ve tuz. Astral ışığa
astral dünya adını verir. Yıldızların ve diğer gök cisimlerinin psikolojimizi
etkilediğini ve astrolojinin temel görevinin insana psişik dünyasıyla çalışma
imkanını vermek olduğunu, değiştirmesi gereken yönlerini, karmik geçmiş ve vazifelerini
göstermesi gerektiğini söyler. “Ruhsal dünyaya ait her şey yıldızlar yoluyla
gelmeli ve onlarla barış içindeysek çok büyük majik işler yapabiliriz.” der.
Hem dünya gezegeni hem de insanla ilgili
olarak manyetizmayı keşfeden odur. İnsanın yalnızca gıdalarla beslenmediğini,
manyetik kuvvetlerce de desteklendiğini iddia eder. Yani eski Hint inancındaki
“prana”dan bahseder. İnsan uyuduğunda astral bedeni yıldızlara doğru yolculuğa
çıkar ve kehanet içerikli rüyalar edinir. Yine astral bedenle insanlar birbirine
tesir uygularlar ve ayrıca hayvanların da birer astral bedeni vardır. Vecd
durumundaki bir insan manyetizma gücünü doruğa çıkararak majik işlemler
yapabilir. Bu majiyi yöneten ise iradedir.
Paracelsus’a göre insanın doğum anındaki
şartlar ve olaylar son derece önemlidir. Her bir detay önemlidir ve gözden
kaçırılmamalıdır. Daha geç dönemde bu görüşleri, doğadaki hiçbir şeyin önemsiz
sayılamayacağı şeklindeki kabalistik önermeyi kabul eden Eliphas Levi
tarafından da destek görür.
Son olarak da bugün az sayıdaki
şifacının bildiği bir teorisinden bahsedelim. Paracelsus, hastalıkların belirli
bir organ veya bölgede yerleşik olduğuna inanırdı. Eğer güçlü bir şifacı,
hastayı şifalandırmaya başlarsa, hastalık organı terk edecek ve muhtemelen
diğer bir organa değişecek. Hasta, sadece tedavi olduğunu sanacak ama çok
geçmeden yeni bir şekliyle karşılaşmak zorunda bırakılacak. Günümüzde karmik
şifacıların bilmelerinin zorunlu olduğuna inandığım bu yasaya, hastalığın
sadece organ değiştirmekle kalmayabileceğini, başka bir kişiye, muhtemelen bir
aile üyesine veya bir sonraki nesle atlayabileceğini ve şifacının bundan
sorumlu tutulacağını eklemek isterim.
Homunkulus, yani “yapay insan” yarattığı
dahi söylenceler arasında olan bu büyük ismi tanıtmanın verdiği mutluluk ve
sevinçle, iyi okumalar diliyorum.
Renan Seçkin
Mavi Kalem Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder