Tapınaklar Gezisi: Tapınak Görevlisi ve Atatürk Evi’ndeki
olağanüstü enerji
Antik Yunan Tapınaklar gezimizde yaşadığımız sıradışı
olaylar, ilk yazımda bahsettiğim “ateş topu” hadisesiyle sınırlı değildi. Ondan
evvel iki gizemli tecrübe daha yaşamıştık.
İlki, Atlantis’in son “Tanrıları” Kabirilerin bizzat kurduğu
Samothraki adasındaki tapınakta meydana geldi.
Gezimizi aylar evvel planlamış, feribot saatlerine bakmış,
tüm yol ve konaklama planımızı ona göre ayarlamıştık. 2 günde bir de ne olur ne
olmaz diye feribot saatlerini teyit ediyorduk. Her gün sabah erken saatlerinde
ve akşam olmak üzere ikişer sefer vardı. Ancak yola çıkmadan 1 gün evvel ne
hikmetse tam da bizim gittiğimiz günün feribot seferlerini bire indirmişlerdi, sabah
feribotunu saat 11’e ertelemişler, dönüşü de iptal etmişlerdi. Adada kalmayı
planlamamıştık, otel rezervasyonumuz yoktu ve aniden tüm planlarımız alt üst
oldu. Tur organizatörümüz ile tur rehberimiz sağ olsunlar saatler süren bir
telefon ve mail trafiğinden sonra programı 1 gece adada kalacak şekilde
değiştirdiler. Bu aslında hepimizi sevindirdi, çünkü adanın önemini biliyorduk,
hatta mümkünse oradan dönmektense birkaç gün çadırda bile kalmaya razıydık. Aramızda
“Ada bizi bırakmak istemiyor” diye şakalaşıyorduk.
Sonradan bizim iyiliğimiz için ortaya çıktığını
anlayacağımız aksilikler bununla da kalmadı. Saat 15 sıraları otele yerleştik,
açlıktan kavrulan midelerimizi doyurduktan sonra da tapınağın yolunu tuttuk.
Tapınak girişine vardığımızda büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktık.
Tapınağın görevlisi, bize buz gibi bakışlar yönelterek, tapınağın saat 15’te
ziyarete kapandığını söylemez mi? Ertesi sabah gelmemizi salık veriyordu, oysa
bizim 8 feribotuyla dönmemiz gerekiyordu. Bir gün daha adada kalmamız
imkansızdı çünkü bu tüm programı alt üst edecekti. Dakikalarca görevliye
yalvardık ama hiç oralı olmadı, bizimle tartışmadı bile. Sert sözlerle
yapılacak hiçbir şeyin olmadığını söylüyordu, demek ki hepsi bu kadardı. Adaya
gitmiştik ama tapınağa giremeyecektik. Sinirlerimiz iyiden iyiye bozuldu,
tapınağın yukarıdaki girişine doğru yürümeye başlayan rehberimizi takip ederek
hiç olmazsa dışarıdan bir şeyler görmeyi umuyorduk.
Ve işte karşımızda yüksek parmaklıklı bir kapı vardı. Sağıma
soluma bakındım, girecek bir aralık bulamayınca kapıyı tırmanmaya karar verdim.
Sonuçta ne olacaktı, en fazla ceza keseceklerdi. Oraya girmeye karar vermiştim
ve hiçbir şey buna mani olamazdı. Tam ayağımı parmaklıklara basacaktım ki tapınak
görevlisi geldi ve nemden buğulanmış mavi gözleriyle bize bakarak, son derece
yumuşak sözlerle “girin” diye davet etti. Sanki az önce bize azarlarcasına konuşan
kişi kendisi değilmiş gibi… Hatta sonradan bu olayı çok konuştuk ve hepimiz
kani olduk ki bu adama bir şeyler olmuştu; içindeki ruh gitmiş, bambaşka bir
ruh gelmişti. Ona koştum, sıkı sıkı sarılıp teşekkür ettim. Sevinçten handiyse
ağlayacaktık. Dosdoğru gözlerime baktı, ben de onun gözlerine aktım… Gözleri
olabildiğince derindi, o kadar derin ki, sanki bu dünyada çok fazla şeyi görmüş
geçirmişti de anlatamıyordu. Bana eliyle “Sus” işareti yaptı. Evet, bu adam
kesinlikle az önceki katı ve soğuk görevli değildi.
Onu takip etmemizi istedi, dosdoğru tapınağın en önemli yerine
götürüp bizi bıraktı. Bizi hiç rahatsız etmeden, uzaktan, yüzünde derin bir
sevgi, bilgelik, sabır ve dile getiremediğim bundan daha fazlası olan bir his
ve duyguyla izliyordu. Tapınakta tek biz vardık, mesai saati harici oradaydık
ve bize hiçbir şekilde acele ettirmiyordu. Bir ara bana ve Nermin arkadaşıma
yaklaştı ve bozuk bir İngilizce ile “buraya tekrar gelmek zorundasınız” dedi.
Nermin ile birbirimize bakakaldık. “Zorundasınız” diyordu bize…
Yaptığı bu iyiliği ödüllendirmeye karar verip aramızda para
topladık. Tapınağa giriş bileti de satın almadığımız için ona denk bir meblağı
ayarlayıp görevliye uzattım. Bu hareketimiz onu iyiden iyiye ezdi diyebilirim.
Parayı alması için binbir dil dökerken ezildi, büzüldü, yüzünden akan sevgi,
merhamet ve şefkat tarifsizdi. Ne yaptıysak ikna edemedik ve parayı almadığı
gibi, tapınaktan çıkmak üzereyken yine yanıma geldi, bu defa 2 arkadaşımız daha
yanımdaydı. Üçümüze tekrardan aynı şeyi söyledi: “tekrar gelmek zorundasınız”…
Ertesi sabah feribotuyla Dedeğaç’a döndük, oradan da Selanik’e
geçtik. Doğrudan Ata’mızın evinin yolunu tuttuk. Evi dolaştık, kişisel
eşyaların olduğu bölmelerdeki yoğun enerjiyi hissettik. Atatürk’ün evi müze
değil de olağanüstü güçlü bir enerji santraliydi sanki. Fakat en büyük sürpriz,
annesinin odasındaki aşırı manyetizmaydı. Annesinin balmumu heykelinin yanında
dikilirken ellerimiz külçe gibi ağırlaşıp, kendiliğinden yanlara doğu
açılıyordu. Burası kesinlikle yaşayan bir enerji alanıydı. Atatürk’ün doğduğu
evin öyle bir enerjisi var ki, bunu anlatmak değil, ancak hissetmek gerekir.
Bizler de öyle yaptık, sustuk, hissettik, aktık ve aktardık…
Ülkemizin esenliği ve bekası için bireysel ve grup meditasyonu
yaptıktan sonra evden ve Selanik’ten ayrıldık.
Ek olarak şu notu düşmek isterim: Bazı kişiler Atatürk’ün ne
denli büyük bir ruh olduğunun farkında olmayabilir ama dünya farkında.
Yurtdışından “gavur” diye yaftaladığımız bir çok okült ve ezoterik grup, onun
enerjisini deneyimlemek ve yüklenmek için Selanik’e ve Anıtkabir’e gidip
meditasyon yapıyor. Bunlar arasında Beyaz Kardeşlik Topluluğu da var…