YEDİ UYURLAR, ERGENEKON VE HİPERKÜP
Kuran’dan evvel Hristiyanlıkta bahsi geçen “Yedi Uyurlar”
hadisesi, kutsal kitap yorumcularının en çok ilgilendiği konulardan biridir.
“Yedi Uyurun” hangi mağarada uyuduğu, ne vakit uyuduğu, neden uyuduğu gibi
sorular üzerinde birçok bahis söz konusudur. İsterseniz önce hikâyeyi
anımsatalım:
Kuran'da bir surede geçen Yedi Uyurlar efsanesi Ashab-ı Kehf olarak, 'Kehf Suresi'nde
yer alıyor. Ancak kutsal kitapta da olayın gerçekliliği konusunda kesin bir şey
söylenmezken sadece rivayete dayandırılıyor. Hikayeye göre:
Afşin şehrinde yaşayan Yemliha, Mekselina, Mislina,
Mernuş, Debernuş ve Şazenuş adlı 6 kişi Putperestliği bırakarak din değiştirir.
Ancak hükümdar bunu kabul etmeyerek herkesi putperest yapmak ister. Altı genç
bu zorlamayı reddederek hükümdardan kaçar ve ibadet etmek için bir dağın yolunu
tutarlar. Bu sırada Kefeştetayyuş adlı çoban ve köpeği Kıtmir de gençlere
katılarak Yedi Uyurlar'ı oluştururlar.
Dağa yaklaşan Yedi Uyurlar bir mağaraya girerler.
Mağarada dua eder ve merhamet dilerler. O sırada hükümdarın askerleri bu
gençleri mağaraya hapsederek onları ölüme terk eder. 300-309 yıl arası arası
derin bir uykuya dalan gruba bu koca yıl sanki bir gece gibi gelir. Şehre inmek
için yola çıkan Yemliha, karşısında bambaşka bir şehir görünce bir şeylerin
ters gittiğini anlar. Dönemin hükümdarı ile tanışıp olayları anlattıktan sonra
uykusunu alamadığını, yeniden uyumak istediğini söyler ve arkadaşlarıyla
yeniden uykuya dalar. Bunun bir mucize olduğunu düşünen halk daha sonra
mağaranın önüne mescid yaparak Yedi Uyurlar'ı şereflendirmişlerdir.
Ezoterizmle ilgilenen herkes, “Yedi Uyurlar”ın uyuduğu
mağara ile Platon’un mağarası arasında bir ilişki kurabilir. İnsan, tek
gerçeklik sandığı fiziksel dünyada aslında bir mağarada uyur gibi uyurken, asıl
gerçekliğin farkında bile değildir. Mağara duvarlarına yansıyan zayıf ışıkla
oluşan gölgelere bakmaya mecbur edilmiştir ve bu gölgeleri gerçek sanmaktadır.
Bir mağarada bulunduğunu fark edip dışarıya, gün yüzüne çıkabilirse, karanlığa
tamamen alışan ve uyumlanan gözleri, ilk defa karşılaşacak olduğu parlak güneş
ışığı karşısında adeta kör olur ve ilk etapta hiçbir şey göremez. Bir hayal
kırıklığı içinde mağarasına dönmeyi tercih edebilir, alıştığı gerçekliğin rahat
karanlığına sığınmayı yeğleyebilir ve hatta eğer bir şans olarak mağara dışında
aydınlanmış biri onu gelip uyandırmaya kalkarsa onu öldürmekten çekinmeyebilir.
Tarih içinde öldürülen sayısız aydınlanmışlar vadır…
Yedi Uyur, bizim gerçeklik sandığımız sanrı dünyasında uyuduğumuzu
açıkça anlatan bir mitostur. Uyuyan yedi kişi, çoğu yerde yediyle simgelenen yedi
beden-bilinç-boyut katmanımızdır. Fiziksel beden dahi mağarada mışıl mışıl uyurken,
o sırada dışarıda, hakikatler dünyasında koca bir yaşam sürüp gitmektedir.
Mağarada uykudan uyanan kişileri bir köpek beklemektedir. Köpek, insanın egosu
olarak uyanma esnasında rehberlik edecektir. Bu arketip hikayeyi, ruhsal bir
büyüme, aydınlanma, farkındalık veya erginleme yaşamak üzere olan insanların
rüyalarında da gözlemlediğimi söylemeliyim. 300 veya 309 yıl sonra uyanan yedi
kişi, şehre iner, zamanın değiştiğini görür ve ellerindeki paralar geçersiz
kalır. Şimdi bu hikayenin Ergenekon destanıyla ilgisine bakalım. Önce onu anımsatalım:
17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı Şecere-i Türkî adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığımaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir. Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış. Ergenekonluların bulundukları bölgeden çıkmak imkansızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır. (Wikipedi)
17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı Şecere-i Türkî adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığımaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir. Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış. Ergenekonluların bulundukları bölgeden çıkmak imkansızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır. (Wikipedi)
Görüldüğü üzere Ergenekon’da tıpkı Platon’un mağarasında ve
Yedi Uyurlar’da olduğu gibi asırlar süren bir bekleme söz konusudur. Fakat öncekinden farklı olarak, bekleyenlerin
açıkça hapsedildiği üzerinde durulmuştur. Sarp kayalıklarla çevrili bu vadideki
insanlar keyfinden değil de mecbur edildikleri için yaşamaktadırlar. Onları
hapseden demir dağları eritene dek de orada kalacaklardır.
Hiperküp kitabımı okuyanlar, benzer bir boyut hapsinde
olduğumu fark ettiğimi ve bunun astral alanda nasıl bir algı yarattığını
anlattığımı anımsayacaklardır. Dünyanın fiziksel gerçekliğini aşıp astral alana
geçtiğimizde, bu astral katmanı aşmaya izin vermeyen bir yapı olduğunu
görüyoruz. Deyiş yerindeyse bizler fiziksel gerçeklikte ve fiziksel dünyamızın
astral alanında bir hapishaneye kapatılır gibi hapsedildik ve onun ötesine geçmeye
iznimiz yok. Astral deneyimde ustalaşan birçok kişinin bu üzücü gerçeği fark
etmiş olduğunu umuyorum. İşte bu gerçek, Ergenekon destanında simgeleştirilerek
gizlenmiş ve hatta hem sebebi gösterilmiş hem de çıkış yoluna atıf yapılmıştır.
Suçluyu çok uzakta aramayalım, suçlusu biziz ve bizim boyutsal “tanrımız”.
Biz insanlar olarak çok uzun bir süredir, asırlar,
binyıllardır astral ortamı kirletiyoruz. Bu kirliliği negatif düşüncelerimizle,
eylemlerimizle, duygularımızla anbean yoğunlaştırıyoruz. Tıpkı şimdilerde
zehirli gazları cömertçe havaya saldığımız gibi, zehirli enerjilerimizi etrafa
saçıyor ve astral alanda geçilmesi imkânsız sertlikte kalınca bir tabaka
yaratıyoruz. Sonra bu tabakaya şeytan, Lucifer, Demiurgus, YHVH diyoruz.
Gerçekten de astral alandan çıkıp uzay boşluğunda, diğer alemlerde, olası diğer
gerçekliklerde gezinmeyi isteyenleri nahoş bir sürpriz bekliyor. Adeta demir
sertliğinde olan bu engeli aşmak için ya çok yüksek bir enerji-farkındalık
gerekiyor, ya astral yolu, kapıları, dehlizleri bilmeniz gerekiyor ya da
Kuran’da “bu daire çeperlerinden Sultan olmadan geçemezsiniz” denildiği gibi,
bir Sultan, yani güç sahibi bir rehber edinmeniz gerekiyor. Bu rehber Yedi
Uyurlar’ın köpeği, Ergenekon’un bozkurdu olabilir mi? Bizi mapustan kurtaracak
bir rehber, bir kahraman arıyoruz ama peki o kimdir? Kırgızların Manas Destanı’nda
onu Manas isminde görüyoruz. Doğunun ezoterik ve teozofik literatürüyle tanışık
olanlar Manas ismini anımsayacaklardır. Manas, üst mental bilince verilen
isimdir. Başka bir deyişle insanın soyut aklını, asla ölmeyen yanını, ruhsal
boyutlara ve alanlara açılan köprüyü simgeler. Daha önce defalarca yazdığım
gibi fiziksel bedenimiz toprak elementiyle simgelenir, astral bedenimiz su
elementiyle, alt (somut) mental beden-bilincimiz hava elementiyle ve bundan
yukarısında bulunan soyut bilinç ve boyutlar, ateş elementiyle temsil edilir.
Dolayısıyla Manas, ateş elementine karşılık gelen soyut aklımızdır.
Ergenekon’da demirden dağları işte bu yüzden ateşle eritiyoruz. Bize üst âlemlerin
kapısını soyut, sezgisel aklın alevi açacak, biriken ve aşılmaz bir duvar
haline gelen astral katmanı yakıp, içinden geçebileceğimiz dehlizler inşa
edecektir. Hakikat, işte o dehlizlerin ötesindedir. Polenezya varyantı ise şöyledir: Kahraman Nganaoa'nın botu bir tür balina tarafından yutulur. Kahraman canavarın midesine girer, bir ateş yakar, balinayı öldürüp ağzından çıkar. Balina yeraltı-fiziksel dünyadır; okyanus astral dünyadır; ateş ise soyut akıldır. Konuyu simyadaki simgesel
karşılıklarını sayarak toparlayalım.
Demir elementinin atom karşılığı 26’dır. Tevrat’ın
yaratıcısı olan YHVH isminin ebced karşılığı da 26’dır ve bu yüzden bizatihi
demir ile simgelenir. Bu bağlamda insanın fiziksel bilincini ruhsal (ateş)
bilincine dönüştüren, yükselten birçok teknik icat edilmiştir; Nikolas ve
Helena Roerich’in Agni Yoga Öğretisi (Ateş Yogası Öğretisi) bunlar arasındadır
ve ayrıca simyacıların demir elementini kullandıkları manyetik yöntemler de
icat edilmiştir. Ama asıl olan, tüm bunların ardındaki felsefeyi anlamak,
insanı tanımak, kendini tanımak ve bu yüzleşmeyle birlikte yüksek aklın yol
göstericiliğini kullanarak, bu sanrılar dünyasından kendi gücünle çıkmanın
yolunu aramaktır.
Gördüğünüz gibi çeşit çeşit spekülatif yorumların
yapıldığı mitoslar, dini hikayeler hep aynı alegoriyi içermekte, tek bir
gerçeği anlatmaya çalışmaktadır. Ancak geçtiğimiz asrın en önemli ezoterik
araştırmacısı Manly Hall’ın da açıkça dediği gibi, maalesef modern çağın
insanı, varoluşun metafizik gerçeğini ve gerekçesini tamamen unutmuş ve böyle
olunca sadece onun en alt, en dip katmanı olan fiziksel dünya mağarasında
yaşamaya hapsolmuştur. İnsan hapis olduğunun ayırdığında değilse, kurtuluş
yolunu da aramaz… Ruhsal bilgiden ve gerçeklikten bu denli uzaklaşmış bir
toplum ve medeniyet asla var olmamıştır. İstisnaları hariç tutarsak günümüz
insanı bu metafizik kopuş yüzünden en kutsal yaratıcıyı dahi olabildiğince somut
düzeye indirgemeye çalışmış; kendisi onun katına yükseleceğine, bir tanrı
olmaya çalışacağına, tanrıyı aşağı, dünyaya indirmeye kalkışmıştır ki bu asla mümkün
değildir.