16 Aralık 2017 Cumartesi

Yıldız Savaşlarında İnisiyasyon


Son Jedi filminin gösterime gireceğini bilmeyen biri olarak geçenlerde astral bir vizyonda Yoda'nın resminin bana gösterilmesi karşısında bir hayli şaşırmıştım. Haliyle iki gün sonra gösterime girdiğini duyar duymaz ilk fırsatta izlemem gerektiğini hissettim ve dün buna fırsat yakaladım. Okültizm ve ezoterizmin sırlarını, gizli öğretilerini kovalayan bir araştırmacı olarak Yıldız Savaşları serisini şu ana dek incelemediğim için başta kendime çok kızdım. Ancak filmin ortalarına doğru zaten aynı kaynaktan bilgi aldığımı, aynı öğretilerle beslendiğimi anladım. Hiperküp kitabımda açıkladığım metafizik sistem filmin birçok sahnesinde adeta "beni fark et" diye bağırıyordu. Henüz izlemeyenler olduğu için spoiler vermek istemiyorum ve sadece tek bir sahneye çok dikkat etmenizi istiyorum: ayna sahnesine. Hiperküp kitabımda s.192'de "Ayna" isimli bir imajinatif meditasyon tasarlamıştım. Bu meditasyon ile filmdeki Rey'in kendini, soyunu ve dolayısıyla tüm sistemi sorguladığı ayna sahnesi birebir aynı etkiyi yaratmayı amaçlıyor. Ancak nedenini ve sonucunu anlatıp büyüsünü bozmak istemediğim için bir kez daha şiddetle izlenmesini öneriyorum. Sahnede gerçekten çok ince detaylar göze çarpmaktadır. İyi seyirler...

29 Kasım 2017 Çarşamba

Türkiye Ana


"Bazıları" sağolsun, sayelerinde son zamanlarda ülke, vatan hassasiyetim zirve noktasına ulaştı. Ülkede çoğunluk mutsuz, çoğunluk mutsuzluğunun sebebini dillendirememekten de ayrıca mutsuz. Ben de onların arasındayım; bu topraklardan gidip vatan hasreti çekmek ile kalıp için için kendini yemek arasında gidip geliyorum. Esenliğe çıkmak için az daha zamanımız var, ya sabır çekiyorum...
Ne var ki beş duyu haricindeki algıları açılan insanlara hiç bir yerde rahat yok. Aklın memlekette kaldıkça, gazete okumasan, internete girmesen ve TV izlemesen dahi haberler kolektif bilinçten kendi bilincine ulaşıyor. Bugün benim hissimin ülkemin hissiyle karşılıklı olup olmadığını öğrenmek istedim. Doğru ya bu tek taraflı bir aşk olabilirdi. Ben severken, vatanın umurunda olmayabilirdim ve "ilişkimizin durumunu" belki de gözden geçirmem gerekirdi. Niyet ettim, ülkemizin kolektif ve arketipal bilincini görmeyi, onu bir şahıs olarak görmeyi istedim ve daha 10. dakikasında niyetimin karşılığını aldım.
Astral bilince geçtim. Şimdi size Türkiye'nin "yüzünü" anlatacağım.
O bir kadın, tahmin edersiniz. 60-70 yaş arası, yaşına göre son derece bakımlı ama sade.. Makyajsız buğday tenli yüzü gür koyu sarıya boyanmış AÇIK saçlarla çevreleniyor. Gözleri derin, çok derin, renklerini seçemiyorum ama burnu dikkat çekici bir büyüklükte, otoriterliği ima ediyor. Geniş alnından aşırı yoğunlukta bir manyetizma yayılıyor, alnı beni kendine çekiyor. Çekimine karşı koyamıyorum ve alınlarımız birleşiyor. Bu sırada sesini duyuyorum "Oh, seni çok seviyorum!" diyor ve benim gibi bir çok diğer evladını da bu şekilde çekim alanına dahil ettiğini anlıyorum. Hislerimiz karşılıklı. Ona "Öp beni alnımdan, kutsa!" diyorum; bu aynı zamanda onunla geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayan bir bağın ve kader ortaklığının bir tescili olacak. Hafifçe geriye çekilip serin dudaklarla alnımdan öpüyor, üçüncü göz bölgesinde adeta bir delinme hissi ile ürperiyorum...

24 Kasım 2017 Cuma

İŞTAR VE ÖLÜLER ÜLKESİ HADES MİTİ


En saygın ezoterik araştırmacılardan biri olan Manly Hall, Mısır tanrıçası ve sembolik bakire İsis için "Çok farklı ırklarda ve halklarda ortaya çıkması, onun tarihte gerçekten yaşamış bir birey olma teorisini zayıflatıyor." demişti. Babillilerin Venüs ile ilişkilendirilen tanrıçası İştar (muhtemelen Asterot, Astarte ve Afrodit ile aynı kişi) için de aynı şeyi önerebiliriz. İştar'ın, Temmuz'u kurtarmak için yer altına indiğinin anlatıldığı mit, bana kalırsa en büyük ezoterik sırlardan birini barındırmaktadır. Bu iniş hikayesini aşama aşama takip ederken, İştar'ın nereye indiğini bulabiliriz diye düşünüyorum.
Sin'in kızı İştar, ölümün kapılarından süzülüp tanrı İrkalla'nın "dönüşü olmayan yerine" gelir. İştar, bekçilerden kapıları açmalarını ister. Kapı bekçileri sabırlı olması için yalvarır ve Hades'in kraliçesine giderek tıpkı ölüm kapısına gelen diğer ruhlar için izin aldıkları gibi izin alırlar. İştar bundan sonra yeraltı derinliklerine inen yedi kapıdan geçip aşağı iner. İlk kapıda başındaki yüce taç çıkarılır, ikinci kapıda kulaklarındaki küpeler, üçüncü kapıda boynundaki kolye, dördüncü kapıda göğsündeki süsler, beşinci kapıda belindeki kemer, altıncı kapıda el ve ayak bileklerindeki bilezikler ve halhallar, yedinci kapıda ise vücudunu kaplayan pelerin. İştar, her kapıda kendisinden bir şey alınmasına karşı çıksa da kapı bekçileri, ölümün kasvetli alemine giren herkesin aynı şeyi yaşadığını söylerler.
İştar'ın her kapıda, yani boyutta inişte bir süsünü, yani ruhsal bir parçasını bıraktığını (kapattığını) görüyoruz. Bu miti çözümlerken boyutlar ve katmanlı bedenler ile onların bağlı olduğu enerji merkezlerini sayarak bizim de İştar ile birlikte adeta aşağıya inmemiz icap eder.
Önce taç çakrasına karşılık yüce tacını indirir;
İkinci kapıda epifiz bezini ve alın çakrasını simgeleyen küpelerini;
Üçüncü kapıda boğaz çakrasını simgeleyen kolyeyi;
Dördüncü kapıda kalp çakrasını simgeleyen göğüs süslerini;
Beşinci kapıda mide çakrasını simgeleyen kemerini;
Altıncı ve yedinci kapıda da son iki çakrayı temsilen el-ayak bileklerindeki bilezikleri ve tüm pelerini indirir.
İştar adeta çırılçıplak kaldığında, ölüler ülkesine inişini tamamlamıştır. Yedi kapı bizim yedi çakramıza karşılık gelmektedir ve varılan sona baktığımızda İştar'ın bütün ruhsal algı duyularını kapatarak, bu dünyaya indiği anlaşılmaktadır. Efsanede bahsedilen ölüler diyarı işte burası, yaşıyoruz diye sandığımız ama bir ölüden farksız olduğumuz sevgili dünyamız. Bundan daha aşağı gidecek hiç bir yer yok, cehennem yok; burası en dip katman ve işin güzel tarafı daha fazla ölüp gidecek bir yer de yok. Çünkü Hades diye anılan ölüler ülkesi tam da burası. Bizler Yüksek Ruhsal katmanlardan fiziksel dünyaya doğru doğmak için inerken, aslında orada ölüyoruz. Fiziksel dünyaya doğmak, fizikötesinde ölmektir ve bu gerçeğin bu kadar net olarak ölen tanrı mitlerine işlenmiş olması, bana onun fiziksel dünyada yaşayan bir kişi tarafından yazılamayacağını düşündürmektedir. Fiziksel dünyada yaşayan bir insan, fiziksel dünya için "öldüm" değil de "yaşıyorum" der.
Bu çözümlemeye ulaşmama yardımcı olan bir kaç rüya görmüş ve en sonuncusunu Hiperküp kitabıma dahil etmiştim. Söz konusu rüyada, tanımadığım ama sonra teyzesinden izini bulduğum bir kız çocuğu ile ilgili belli bir tarihte öleceği söylenmişti. Sonra anladığımıza göre meğer aynı tarih onun doğum günüymüş. Başka bir deyişle öleceği söylenen kız, ruhsal dünyada ölüyor, fiziksel dünyada doğuyordu...

21 Kasım 2017 Salı

Skribina, Kadim Trak Şifa Mabedi ve Baba Julia


Bulgaristan Rodop dağlarında, Yunan sınırına yakın Kribul köyü yakınlarında Skribina adında çok eski bir Trak mabedi vardır. O kadar eski ki, kimse onunla ilgili efsaneyi dahi hatırlamaz. Bu topraklar ve çevresi Traklara, ondan önce ise Batık Atlantis'ten geldiği iddia edilen kadim Pelasgilere ev sahipliği yapmış, en büyük inisiyelerden sayılan Orfe'den başlayıp Prepodobna Stoyna'ya, Kahin Vanga'ya varana dek sayısız mistik ve şifacı yetirştirmiştir.
Bu mistik yerde şifalı bir kaya ve orman, ayrıca bir de halk şifacısı-koruyucu bulunur. Şu anda mabetle 72 yaşındaki Baba Julia ilgileniyor. Baba Julia, ablasından, o da annesinden el aldığını anlatıyor. Ailelerinde genç kızların da olduğunu, ancak el almak için "kadınlık döngüsünün" tamamlanması gerektiğini belirtiyor. Çok enteresan bir de ritüel uyguluyor. Şifa için gelenlerden tuz, un, boyların uzunluğu ölçüsünde kırmızı iplik ve bir de giydikleri bir giysiyi talep ediyor. Pomak olduğu için Türkçe bilmemekle birlikte dualarına "Bismillah" ile başlıyor. "Ben şifa vermiyorum, şifayı ancak Allah veriyor, biz burada sadece bir vesileyiz" diye ekliyor. Her yıl sayısız kişi hastalıklarını temsil eden giysileri çıkarıp ağaçlara bağladıkları için kayanın bulunduğu orman giysilerle dolu. Birçok mucizevi iyileşmeden de bahsediliyor, diğer taraftan Baba Julia (eski ismiyle Havva Nine) iyileşmek için inancın şart olduğunu söylüyor. Baba Julia şifa için gelen hiç kimseyi geri çevirmemeye yemin etmiş, para almıyor, ancak 3-5 ne atarsanız içinden geçirtildiğiniz kayaya bırakıyorsunuz. Beni en çok etkileyen ise bu köylü kadının tıpkı Vanga gibi sanki doğuştan sahip olduğu entelektüellik. Hastalıkların sebebi nedir diye sorulduğunda şöyle bir cevap veriyor: "Hepsi bencillikten oluyor, insanlar sürekli alıyorlar ama vermek istemiyorlar." diyor. "Vücutlarında kendilerine ait hiç bir şey yok," diye de ekliyor.
Bu ocak 21'inde Kahin Vanga'ya yapacağımız ziyarette Baba Julia ve onun şifalı kayasına da gideceğiz. Çok heyecanlıyım... 
http://viamaris.com.tr/…/renan-seckin-ile-kahin-vanga-ziya…/:)

19 Kasım 2017 Pazar

Kozmik Enerji, okült bir ilim mi yoksa şarlatanlık mı?

Son yıllarda ülkemizde de bir hayli yayılan Rus menşeli Kozmik Enerji kanalına ilişkin gelen sorular üzerine, bu konuyu araştıranlara ipucu olabilecek bir iki bilgi vermek istiyorum.

Bir zaman V.A.Petrov adında bir büyücü yaşamış. Bu adamcağız bir "büyü kokteyli" hazırlamış, içine pagan ritüeller, doğu mistisizmi, kara büyü, NLP, şaman tekniklerini karıştırmış, İsa'nın, Muhammed'in, Buda'nın ve akla gelen diğer büyük elçilerin isimlerini sorumsuzca bu işe birer "kanal" olarak dahil etmiş.
Sonra Petrov kendi "gizli ilmini" Emili Bagirov adındaki öğrencisine akarmış, Bagirov Kozmik Enerji'nin ikinci gurusu olmuş. Kozmik Enerji'nin kaynağını bulmak için bir grup kozmik enerji "şifacısı" Tibet'e gitmişler. Neden Tibet'e mi? Ne kadar uzağa giderseniz, kontrol edilmeniz o dneli zordur.
Daha sonra kozmik enerjiciler yağmur sonrası mantarlar gibi hızla üremeye başlamışlar, ve sadece birkaç yüz rubleye "ruhsal" olmak mümkün hale gelmiş, birkaç bine "guru", "üstat" olabilirmişsiniz artık.
Kozmik enerjiciler aralarında pek dostluk kurmazlar, birbirlerini "kanallarının temiz olmadığı" ile ilgili ithaf ederler. Tabii işin özü aralarındaki iş rekabetidir. Ayrıca tam da bu insanlar "Dünya'nın aurasını temizleme" gibi yüce bir vazifeyi yerine getiriyorlarmış; insanların "kanallarını açarak" herkesi ve her şeyi kurtarıyorlarmış.
Peki isterseniz bu "kozmik kanalın" bazı isimlerine bakalım. Kozmik enerjinin Türkçe tanıtım broşüründe bu saydıklarımı göremeyeceksiniz, malum bizde ters tepebilirdi çünkü. Doğruluğunu kontrol etmek isterseniz, KE'nin resmi web sayfasından kontrol edebilirsiniz:
http://www.niktosark.com/index.php/bio
BUDHA
SHAON
FİRAST
ZEUS
KRAON
MUSA
MUHAMMED
İSA
AGNİ
ANAEL
HEKATE
ALTIN PİRAMİT
SUTRA KARMA
TOR
TİTAN
İNDRA
SİRİUS
NİRVANA
ŞİVA

Bu isimleri okuduğumda, en çok merak ettiğim şey, İslam peygamberi Muhammed'in
neye kanallık ettiği idi! Baktığımda alerjiye, sedef hastalığına, çıbanlara ve saçlara
 "iyi geldiğini" öğrenmiş bulundum. Düşünsenize, zaten "çoğunluğu Müslüman" olan bizim ülkemizde
Muhammed'i bize kanal olarak satan uyanıklar var!!

Mübarek Kozmik Enerji, hangi dinin sempatizanıysanız size onu sunabiliyor,
ne kadar müthiş bir hizmet değil mi? Aslında ülkemizde KE'nin uygulayıcılığını
yapanların, bu konudaki fikirlerini bilmeyi çok isterdim.
Şahsi fikrim, bu kanalın açık bir obsesyon davetiyesi olduğudur.
Kaynağı Rusya olduğuna göre, bu enerjiye yaklaşmadan evvel Rus sayfalarındaki
yorumlara göz atmanızı şiddetle öneriyorum. Aşağıda linkini vereceğim
sayfada çok kapsamlı bir değerlendirme sunulmuştur.
Her zaman ve her durumda kendi kanalınızı "temizlemeniz" ve yaratıcıyla
kurduğunuz bağda aracılar koymamanız dileğiyle, sevgiler...
http://www.zagovor.ru/main/parapsihologia/kosmoenergetika_bagirova_i_petrova_okkultnaya_sekta.htm

7 Kasım 2017 Salı

ASTRAL SEYAHAT NEDİR?

Vakti dar olanlar için Astral Seyahat olgusunu tanımlamak gerekirse:

Kısaca insanın fiziksel bedeni uyurken, bilincinin farklı bir ortamda açılması, fiziksel bedeninin uyuduğunun bilincinde olması ve kendini bulduğu ortamın izin verdiği şartlara göre hareket etmesidir. Astral seyahatin ne olduğunu anlamak için öncelikle boyutlar sistemini ve insanın katmanlı beden-bilinç yapısını bilmek gerekiyor. İnsan fiziksel bedenden ibaret değildir. Eterik duble, astral beden, mental beden, ruhsal bilince sahiptir. İlk üçü formlu ve ölümlüyken, dördüncüsü (ruhsal bilinç) formsuz ve dolayısıyla ölümsüzdür. İnsanın fiziksel bedeni uyurken astral bilinci açılırsa, astral bedeni ile hem bu dünyanın astral yansımasında hareket edebilir hem de gerek elementallerle, gerek bizim yarattığımız arzu ve düşünce formlarıyla dolu olan gerçek astral mekanda bulunabilir. Bu yer, tıpkı birleşmiş milletlerin toplantı salonu gibidir. Daha yüksek hiyerarşilerden varlıkları da orada görmek mümkündür. Burada fiziki bir sınır olamayacağı için sınırlamalar ancak oraya "çıkmayı" başarmış insanın bilinç genişliği kadardır. Bilinç ne kadar keskin ve yüksekse, o kadar serbest olur ve görüp deneyimlediği alan da genişleyip çeşitlenir. Özetle astral deneyimler, hem yaşadığımız dünyayı hem de astral mekanı kapsar ve olağanüstü çeşitlidir. Astral deneyime rüya içinden kademeli geçiş yapılabilir veya yakaza halinden geçilebilir. Örneğin rüyada pijama ile sokakta olduğunu fark etmek, ellerini görmek, aynada kendini görmek gibi astral bilinci açan kodlar kullanabiliriz. Sevgiler..

KADİM IRKLAR TEORİSİ

Teozofik bilgilere göre insanlığın gezegenimiz üzerinde geçirdiği evrim ve 5 Kök Irk özetle şu şekildedir:

1. KÖK IRK – BUGÜNKÜ HİMALAYALAR CİVARI
            İlk insan ırkı, Ay Atalarının eterik bedeninden kopuş yoluyla yaratılan, sicim gibi uzayan, insandan çok balçığa benzeyen solgun bir şekildiler. Yahudi kutsal metinlerinde yer alan bu ikinci Adem’in dünyevi bilinci son derece zayıftı. Maddi olanla bağlantısı kopuk, sadece ruhla bağlantılıydı ve cinsiyetsizdi. Bölünme yoluyla ürüyordu. Tek bir fiziksel duyusu vardı, o da işitme duyusuydu.
2. KÖK IRK – HİPERBOREA KITASI
            İlk ırkın bedeni, ikincinin eterik katmanını oluşturdu, yani ilk ırk, ikincide eridi. Bu İkinci insan ırkı, ruhsal bilincin yanında zayıf bir sezgisel bilinç göstermişti. İlk ırkın işitme duyusuna dokunma duyusu da eklendi. Bu insansılar, altın sarısı renkteydiler ve uzayan bir ağaca veya hayvana benzeyen varlıklardı. Ter damlacıklarına benzer şekilde ürüyorlardı. Daha geç zamanda, kendi alt ırklarında cinsiyetler doğdu.
3. KÖK IRK – LEMURYA
            İkinci ırk iki alt ırka ayrılmıştı, üçüncü ırk, da üç alt ırka ayrıldı. Ruh-sezgi-bilgelik üçlemesi gösterirdi. Yumurta biçimli üremenin başladığı bu kırmızı ten rengindeki androjen varlıklara üçüncü duyu olarak görme duyusu eklendi. Bu devasa boya sahip hermafrodit varlıkların tek bir “3. gözleri” vardı (Efsanelerde Tepegöz adını alırlar.). İnsan ırkının gelişimini gözetlemek, evrimini takip etmek ve bir ırkın bitiminde en uygun örnekleri (seçilmiş insan-tohumları) koruyup, bir sonraki ırkın Havva ve Ademleri olmalarını sağlamak için ŞAMBALA adıyla kurulan yeraltı idare merkezi onların devrinden kalmadır.
4. KÖK IRK – ATLANTİS
            Birinci ırk kolu – ASURALAR enkarne olurlar. Asuralar, maddenin kaba ama bir o kadar da aktif ve güçlü kuvvetlerinin temsilcileri olarak evrimin aydınlık-karanlık yanlarının açığa çıkmasında, çatışma-evrimleşme sürecinde büyük bir rol oynadılar ve evrime güçlü bir itici kuvvet verdiler. Bu ırkta 3.gözle birlikte diğer iki göz gelişir ve üçüncü gözü baskılar, kadın erkek cinsiyetleri ayrılır, yönetim tanrısal krallardadır.
            İkinci ırk kolu–TLAVATLİLER
            Üçüncü ırk kolu – TOLTEKLER. 3.göz beyne gömülür ama tam olarak körelmiş olsa bile bugün Tolteklerin torunları onun etkisi sayesinde astral ve metafizik tesirlere karşı hassasiyetlerini korurlar. Kara büyü bu ırkın sonlarında başlar. Toltekler bilimde, eterik madde teknolojisinde ve simyada çok ilerlediler, silahları icat edip kullandılar. Altın Çağ söylencesi, işte bu Atlantis’in en yüksek gelişmiş, masalsı devrinden kalma bir efsanedir ve bizim medeniyet seviyemiz onlara yakın bir düzeye geldiğinde, aynı hataları yapmamak için çok dikkatli olmak gerekir. Toltek ırkının bitişine doğru insanlığın yeterince geliştiği ve kendi kendini idare edilebileceği farz edilerek yönetim tanrısal krallardan insan-krallara geçer.
            Dördüncü ırk kolu – TURANLAR, son derece güçlü, kavgacı bir ırktırlar. Bu ırkta kara büyücülük, şehvet, maddecilik en yüksek seviyeye varır ve ruhsal kirlenme, temizlenmesi imkânsız bir safhaya yükselir. Bu yüzden Şambala, Atlantis’i yok etme kararını verir ve Nuh Tufanı meydana gelir. Bu arada Tufan’dan kurtulan ve günümüzde ismi yaygın olarak Hermes olarak bilinen bilge, Atlantis medeniyetine dair bilgileri Kadim Mısır’a kaçırır. Aslında her ırkın sonlanışında onun mirasını koruyup kaçıran birer “Hermes” vardır.
            Beşinci ırk kolu – SAMİLER
            Altıncı ırk kolu - AKADLAR
            Yedinci ırk kolu - TURAN KÖKENLİ MOĞOLLAR
Bugün yeryüzündeki nüfusun büyük çoğunluğu hala 4. Irktandır…
5. KÖK IRK – BUGÜNKÜ KITALAR

            ARYANLAR (Hitler’in takıntısı ARİ IRK), bugünkü mirasçıları Teutonlar – orta Avrupa halklarıdır ve bu ırkın 6. ırk kolunun son başarılı üyeleri 6. kök ırkın da ataları olacaktır. Günümüzde doğan çocuklardan bazıları onların öncüleridir ve bunların özelliklerine bakarak altıncı ırk hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Doğuştan vegan ve vejeteryan olan, çiçeklerle, otlarla, hayvanlarla konuşan, yüksek psişik güçleri olan, bilgelik ve empati ile doğan çocuklar, Silikon Vadisi’nin dâhileri vs.…

kaynak: Annie Besant - İnsanın Soy Ağacı kitabı

17 Ekim 2017 Salı

HİPERKÜP'E GİRİŞ


Bizler, Homo insan cinsinin Sapiens türüyüz. Tarih sahnesinden silinen Homo Rudolfensis, Homo Erectus, Homo Neandertalensis ve diğer insan türlerinden bizleri ayıran şey bilişsel özelliğimiz, dil kullanma becerimizdir. Bu beceri, sadece bir defasında, bir dişide mutasyon yoluyla meydana geldi. Yararlı bir mutasyon olduğu için bu tek dişiden gelecek nesillere yayıldı, türü güçlendirdi ve DNA kopyalama yoluyla bugün insanlık dediğimiz medeniyeti meydana getirdi. Dikkat ederseniz bu mutasyon öyle radikal bir sıçramaydı ki bir anda insanı diğer hayvanlardan ayırdı ve gezegenin kralı haline getirdi. Eğer bu devrimden evvel böyle bir şeyin mümkün olduğunu söylemeye çalışabileceğiniz bir zekâ bulsaydınız, muhtemelen “Dil ve yazı mı? Bilişsel ve sosyal yetenekler mi? Bu bir delilik! Taşların dile gelmesinden farksız bir şey!” gibi bir cevapla karşılaşırdınız. Ama işte oldu ve bugün o büyük büyük büyük anamız sayesinde düşüncelerimi size bir kitap formatında aktarabiliyorum.
            Şimdi böylesine yararlı bir başka mutasyonu geçirebileceğimizi farz edin. Hatta belki bazılarımız geçirmiş bile olabilir. Nasıl ki tek bir hamlede beyindeki bilişsel yetenek ortaya çıktıysa ve insanların konuşma diline dayanan örgütlü bir toplum kurmasına vesile olduysa yine tek bir hamlede, onu daha da yukarı çıkaracak bir mutasyon meydana gelemez mi? Veya getirilemez mi? Bu her zaman, her doğan yeni bir bebekte olabilir. Mutasyonlar her zaman oldu ve olmaya devam ediyor. Ayrıca bugün bilimin geldiği seviyede artık genlere yapay olarak müdahale edilebiliyor…
            Yuvah Noah Harari, Homo Sapiens kitabının “Homosapiens’in Sonu” bölümünde şöyle dikkat çekici bir paragrafa yer veriyor: “Geliştirilmekte olan tüm projeler içinde en devrimci olanı, bir bilgisayarın hem insan beyninin elektrik sinyallerini okumasını sağlayan, hem de aynı anda beyne okuyabileceği elektrik sinyalleri aktaran bir beyin-bilgisayar arayüzü tasarlama çalışmasıdır. Bu tür arayüzler beyni doğrudan internete veya pek çok beyni birbirine bağlayıp bir çeşit beyin interneti kurarsa ne olur? Beynin kolektif bir hafıza bankasına doğrudan erişimi olursa insan hafızasına, bilincine, kimliğine ne olur? Böyle bir durumda örneğin bir siborg bir diğerinin anılarına ulaşabilir. Bu anıları duyumsamak, bir otobiyografide okumak ya da hayal etmek değil, doğrudan sanki kendi anılarıymış gibi onları hatırlamaktan bahsediyoruz. Zihinler kolektif hale geldiğinde kişinin kendisi veya toplumsal cinsiyet kimliği gibi kavramlara ne olur? Hayal sizin zihninizde değil de kolektif bir hayaller deposundaysa kendinizi nasıl bilebilir veya hayalinizin peşinden nasıl gidebilirsiniz? Böyle bir siborg artık insan değildir, hatta organik bile değildir, tamamen farklı bir şeydir. Bu yaratık o kadar farklı olacak ki, bunun felsefi, psikolojik veya siyasi etkilerini şu an anlamamız mümkün değildir.”
            Harari’nin bahsettiği ve siborga ait olarak tanımladığı yetenekler esasen bugün kimi insanlar tarafından sergileniyor. Bu olgunun varlığını öncelikle kendimde, sonra da araştırmalarım esnasında diğer birçok insanda tespit ettim. En basit örnek, aynı gece bir danışanımla bir arkadaşımın birbirinden bağımsız olarak bana yolladıkları birer mesajdı. İlk kişinin mesajı “Dün gece ruhuma korku yüklendiğini hissettim. Miras davalarımız için kardeşlerle iyi değiliz. Erkekler paylarını satın almak için kızları böldü.” idi. İkinci kişinin mesajı ise “Dün gece bir rüya gördüm. Yabancı bir aktör anlayamadığım bir sebeple hesabıma 4 milyon dolar yatırıyor. Parayı bana bağışlıyor, ben de çok mutlu oluyorum. Sonra abim dolar hesabımı gasp edip kayıplara karışıyor. O kadar çok ağlıyorum ki babama gidip şikâyet ediyorum. Ağlayarak uyandım.” şeklindeydi. İkinci mesajın sahibi olan kişi, ilk mesajı yollayan kişinin problemini rüyasında birinci şahıs olarak yaşamıştı. Eğer rüyasını bana yazmasaydı ve ilk mesajın sahibi de sıkıntısını paylaşmasaydı, rüyasında gördüğünün başka birinin yaşadığı bir sorun ve korku olduğunu asla öğrenemeyecekti. Abisiyle arasında herhangi bir problemi yoktu, iyi anlaşıyorlardı. Ama işte rüyasında diğer kadının babasını temsilen gördüğü “yabancı bir aktör”, hesabına yüklü bir parayı (miras olarak) yatırıyordu. Ve aile içinde bir husumet baş gösteriyordu. Rüya, gerçekte rahmetli olan babaya abiyi şikâyet etmeyle sona eriyor.
            Bu kitabımda buna benzer örneklerin yanı sıra, çok daha ileri yeteneklere sahip olduğumuzu gösteren başka örnekler de bulacaksınız. Yuval Noah Harari’nin, kitabında ancak siborglara layık gördüğü “başka bir kişinin anılarını kendininmiş gibi görme” yeteneğini ve bunun yanı sıra birçok ilginç başka psişik yeteneği hâlihazırda gösterenler var. Bunun nasıl olup da mümkün olduğunu ben bilmiyorum. Zaten sahip olduğumuz bir yetenekti de kullanmayı mı unutmuştuk? Birileri tarafından baskılanmış mıydı? Yoksa yepyeni bir özelliğimiz mi? Onu sergileyen kişilerin DNA’sında belirli bir farklılık var mı? Yoksa birileri tarafından denek olarak mı kullanıldık? Bilim, gelecekteki “dijital insanlardan”, zihinlerin bilgisayara aktarılma olasılığından, tüm beyinlerin haberli veya habersiz olarak telepatik bir ağa bağlanmasından ve bir “kovan” oluşturmasından bahsetmektedir. Doğrusu insanın gelecekte nasıl bir türe evrileceğini şu anki bilincimizle ne hayal edebilir ne de idrak edebiliriz. Gelinecek bu aşama bir “süperinsanı” mı yaratacak yoksa bireysel algının ve benliğin sonunu mu getirecek? Bu kitapta da görebileceğiniz gibi bugün bile insanların sergilediği açıklaması güç bir çok psişik yetenek vardır ve türümüzün geleceğinin ne yönde şekilleneceğine dair emareler göstermeleri yüzünden bunların çok ciddi bir şekilde araştırmaları gerekir. Bilimsel araştırmaların yapılması halinde aradığımız cevapları belki de bilebiliriz. Belki diyorum, çünkü cevaplar fiziksel dünyada değil de metafizik dünyada bulunuyor olabilirler.

            Bu kitabımızın, kendi içinde uyuyan devi fark etmesi gereken kişilere ulaşmasını gönülden diliyorum. İyi okumalar.
http://www.hermeskitap.com/catalog/product_info.php?products_id=102697

5 Ekim 2017 Perşembe

MESAJ


Mesaj iletmek adetim değildir ama bunu iletmem lazım diye hissediyorum. Konu beni aşar, isteyen ilgilensin.
1- Fiziksel boyuttan astral bilince geçenler çoğalacak ama kendi tuzakları içinde oyalanacaklar.
2- Sadece küçük bir yüzde kişisel mesele ve meraklarla oyalanmamayı başaracak.
3- Bunların sahici alanlara girmesinin önünde bir zorluk daha var: Bilgi kirliliği yüzünden "kapıları" bulmaları zorlaştı, epey uyanık olmaları lazım.
4- Şu anda tüm dünya, insan dahil "hayvan deneyi" aşamasında, yani bizi öyle görüyor ve koruyorlar.
5- Burada insanın öne çıkması için hala eksik şey "uzmanlaşma" imiş. Yani herkes her şeyle ilgilenmeyecek, çeşitli alanlarda çok ileri uzmanlaşmalar olacakmış
6- DNA'daki ilk prototipi gösterdiler. Çözmemiz gereken şey DNA değilmiş sadece, mutasyonların neden olduğuymuş. Burada bir "göksel tesirden" bahsettiler, vardır yoktur bilemem. Keşke bilim insanı olsaymışım 
7- Yolumuzu tıkayanlardan biri de ruhsal rehberlermiş. Bir duvar gösterdiler, üstünde tek bir boşluk yoktu, "rehber" dolup taşıyordu ama hemen hepsi de uyduruktu, kendine hayırları yoktu. Rehberlerin zaten rehber olarak görünmediğini eklediler. Hiç tahmin etmediğimiz insanlar, bilim insanları, sanatçılar, yazarlar ve hatta senarist ve prodüktörler... Geri kalanlar, yani toplum önünde adı rehber, bilge diye bilinenlerin çoğu bildiğin aktör. Bu da işi zorlaştırıyormuş, kontenjanı sahtelerle doldurduğumuz için doğru düzgünleri eğitip öne çıkarmazlarmış.....

28 Eylül 2017 Perşembe

ENERJİYİ ARTIRAN FAKTÖRLER


ENERJİYİ ARTIRAN FAKTÖRLER
            - Kusursuzluk sayesinde saf enerji biriktirilir. Yeterince enerji biriktiğinde ve zamanı gelip de zorluklarla sınadığında, bize meydan okuduğunda, bizi aşmamız gereken engellerle karşılaştırdığında, formlu varoluşun da dışına çıkabilecek bir dehliz bulur ve sınırı aşarız. Başka bir değişle insan, yeterince büyüdüğünde ve enerji toplayacak bir olgunluğa eriştiğinde büyük bir sınavla karşılaşır ve onu bu sınavı başarıyla vermesi beklenir. Eğer karşılaştığı büyük zorluğu aşma irade ve becerisini gösterirse, varoluşun sınırlı alanının dışına çıkabilir.
            - Peki, bunu nasıl yapacak? Bu konunun doğrudan bir cevabı yoktur. Çözümün nasıl olacağını ancak sezgiyle buluruz. Bize sezgi yol göstermelidir, eğer yol göstermiyorsa, bunu izah etmenin lüzumu yoktur. Çünkü bazı bilgilerin izahı mümkün değildir. Bu sınavın nasıl aşılacağı meselesinin kelimelere dökülmesi, açıklanması pek de mümkün değildir.
            - Kişi için düşmanların değeri çok büyüktür. Düşmanlar kişiye yoğun bir enerji aktarırlar. Kullanabilirsen, çok hızlı büyürsün. “Düşman” kelimesini en geniş manada kullanarak, sürekli veya yoğun çatışma yaşadığımız insanlar, olaylar, fikirler, zihniyetler vs. gibi düşünmeliyiz. Düşman, bir aile yakınınız, eşiniz, kardeşiniztanrı bizi, rakibiniz, kayınvalideniz olabilir. Düşmanla çalışma gerekliliği, Toltek büyücülük sanatındaki en önemli konulardan biridir.
            - Kusursuzluk, güce layık olmayı getirir. Güç ile enerji aynı şey değildir, arada çok önemli bir fark vardır. Güç, kimseye ait değildir. Gücün kendine ait bir bilinci vardır. İnsan gücü elde etmez, ancak ona layık olabilir. Enerjiyi mıknatıs gibi çekersin, güç ise seni fark eder, sana katılır. Gerçeklik kalıplarını deler.
            - Bir zorluğu, sorunu, engeli anlamak, nedenini ve bilgece çözümünü bulmak, onda saklı enerjiyi kendine almaktır. Böylece bu sorun her neyse, enerjimizi eksiltemeyecek, biz onda saklı enerjiyi alacağız. Buna “Toltek Avcılığı” derler.
            - Sürekli gözlem yapma, ayırt etme, farkındalık: Gerçeği sahteden, faniyi kalıcıdan, doğruyu yanlıştan, önemliyi önemsizden, faydalıyı faydasızdan, gerçek bilgiyi sahteden ayırt etme ve tanıma… Gözlem ve ayırt etme, yolun sadece başlangıcında değil, her adımında yapılmalıdır. Her biri bizi kendisinin geçek olduğuna inandırmaya çalışan fiziksel, astral ve mental giysileri gerçek ben’den ayırt edip tanımak gerekir.
            - Sadece kendini gözlemlemeye ve değiştirmeye çalışmalı, dışarıyı veya dünyayı değiştirmeye uğraşmamalıdır. Hakikatte dışarısı diye bir şey yoktur. Kendimizi değiştirmekle, dünyadaki her şeyin yerli yerine oturduğunu görürüz. Matrix filminde küçük bir çocuğun bir demir kaşığı iradesiyle nasıl büktüğünü açıkladığı sahneyi hatırlayın: “Bir kaşık yok!”
            - Hakikat, sadece sevgi, merhamet ve saflık varsa açılır. Kişisel çıkar varsa ona ulaşmak mümkün değildir. Çünkü hakikat, ruhsal/formsuz alana aittir oysa çıkarcılık, egoyla ilgili bir durumdur ve bildiğiniz gibi ego, maddi/formlu dünyaya aittir dolayısıyla hakikatin maddi olmayan alanına temas edemez.
            - Kötülüğü anlayabilirsek, iyiliğe dönüşür ve bize enerji olarak geri döner.
            - Gerçek ve saf ruhaniyet hiçbir şekilde konuşmayla ve tartışmayla elde edilemez. Ona, doğru bir zihin ve bilinç pratiğiyle ulaşılabilir.
            - Gerçek bilgelerin unvanı olmaz, onay beklemezler. Derin bir tevazudadırlar, tevazu enerji yükseltir, unvan ise eksiltir. Bu yüzden saygı bekleme araçları haline getirdiğimiz farklı unvanlar, kimlikler ve tanımlamalar enerji yitimine sebep olurlar. “Ben bir iş adamıyım, profesörüm, reiki masterim, şifacıyım…” diye uzayıp giden bin bir çeşit kimlik, sanal bir benlik yaratma yolunda yüksek miktarda enerji harcatırlar.
            - Gerektiğinde dinamik, yeri geldiğinde ise dingin ol. Dışarıdan güçsüz görünecek kadar dingin. İçindeki tanrıyı ne zaman harekete geçireceğini bil. Çevreyle, dünyayla, doğayla ve zamanla uyum içinde ol. Faal olacağın bir zaman ve dingin olman gereken başka bir zaman var. Kedileri örnek al.
            - Dışarıdan gelenlere değil, kendi ürettiğin düşüncelere bakmalısın. Çünkü her zaman ve her koşulda belirleyici olan dış değil, içtir.
            - Metafiziği algılamak ve idrak etmek: algılayabildiğin derecede enerji kazanırsın. Öte dünyaları görmeye başlamak, oradaki enerji barındıran özel eşyaları, varlıkları görmek, dokunmak, enerji kazanmaktır. Çünkü algıladığın şey sende yaşam kazanır. Algılayamadığın şey senden uzaklaşır, ayrılır ve ölür.
            - Bütün bunlar için saf bir niyet gerekir. Çünkü insanın niyeti saf değilse, biriktirdiği enerji onu da öldürür. Bu, tıpkı çok parası olan bir alkoliğin kendini tüketmesine benzer.
            - Gülmek, tüm olumsuz kalıpları kırar.
            - Gerekli temel vasıflar: Erdem, hizmet sevgisi, saflık, dürüstlük, adalet, sabır, soğukkanlılık, dinginlik, cesaret, güven, hakikate yönelmek. Tüm bunlar, Logos’un şu önemli üç vasfının dünyadaki yüzüdür: Bilgelik, İrade, Sevgi
            - Tesir mekanizması: Üzüm üzüme baka baka kararır kuralından yola çıkarak, bulunduğun alanı ve tesir yayan kişi ve objeleri seçmelisin. Uygun bir alan veya kişi bulamıyorsan kitaplardan istifade edebilirsin.

Seminer notlarından...

ENERJİYİ EKSİLTEN FAKTÖRLER


ENERJİYİ EKSİLTEN FAKTÖRLER:

            - Ego, kibir ve geçmişe takılıp kalmak: İnsanın tutunduğu geçmiş, tıpkı gereğinden fazla eşya gibi güç kaybına sebep olur. Ego hakikat kavramıyla asla yan yana gelemez, sanrı duvarını aşamaz, varlığını yalana ve yanılgılara borçludur, maddi dünyaya ait bir enstrümandır. Maddi olanın ise maddi olmayanı algılaması, formsuz-ruhsal alanlara temas etmesi mümkün değildir. Ego, sürekli güçlenmeyi talep eder, sürekli enerji ister. Güçlendikçe ayrı bir gerçek “ben”lik kazanır ve bu kimliğini devam ettirme çabasında aşırıya kaçması halinde ait olduğu kişinin musallatına dönüşür. Ego, alt katmanların enerjisini biriktirir, üst katmanların yüksek enerjilerine uygun bir yapı değildir. Devamlılığını sağlamak, varlığını hissettirmek ister ve bu yüzden geçmişle ilgilenir, geçmişte kendine bir tarih yaratma/ yazdırma çabasındadır. Gelecekle de ilgilenir çünkü gelecekte de var olmak ister. Ego’nun ilgilenmediği tek an, şimdi’dir çünkü şimdi’nin içinde kaybolmaya yüz tutar.
            - Travmalar: Bilinçli veya bilinçsiz olarak gelişmeye niyet edip bu yolda ilerlemek yönünde bir irade ortaya koyduğumuzda ilk olarak kendi travmalarımızla karşılaşırız. Travmalar, gelişimi önleyen bariyerlerdir. İnsanın eterik bedeninde kolayca tespit edilebilecekleri gibi, zihin alanında da “görülebilirler”. Travmaların yarattığı blokajlar çözülür çözülmez o zamana dek engellenmiş olan metafizik enerjinin akışı başlar. Çözülmezlerse tutundukları yerlerdeki enerjiyi bir kara delik misali emmeye devam ederler. Bu sebeple eğer ruhsal ilerleme konusunda samimiysek, öncelikle kendimizden kaçmaya son vermeli, hasıraltı ettiğimiz, bilinç eşiğinin altına gömdüğümüz büyüklü-küçüklü travmatik anıları su yüzüne çıkarmalıyız. Aksi takdirde onları daha ilk astral deneyimimizde bir korku, öfke, nefret veya üzüntü formuna girmiş olarak buluruz ve ne olduklarını bile anlayamadan metafizik gelişim yolundan daha başlamadan dönmeyi tercih ederiz. Travmalar enerji kaybına sebep olmakla birlikte çözüldüklerinde kişiye inanılmaz bir enerji, bilinç ve farkındalık katarlar.
            - Kelimeler-Olumsuz ifadeler-Çok fazla konuşmak: Her bir kelime bir varlık ve enerji paketidir, bunu mutlaka hatırlayalım. Bütün kelimelerin bir enerji yükü ve bir geçmişi vardır. Bu yüzden dualarımızda kullandığımız eski kelimelerin daha çok işe yaradığı düşünülür. Kelimelere enerjiyi veren, onları kullananların niyetleri ve enerjileridir. Biz konuştukça 1.dikkat, yani dışsal/fiziksel insan oluruz. Bu yüzden konuşmadan önce sözlerin bilgece, yararlı ve sevgi dolu olmasına dikkat etmek gerekir. Eğer yararlı, bilgelik veya sevgi dolu bir şey söyleyemiyorsak susmak en iyisidir. Bazı tarikatlarda uygulanan sessizlik orucunun sebebini anlamış olmalısınız.
            - Bağlayıcı sözler vermek: Bir söz verdiğimizde, o sözü yerine getirene dek enerji alanımızda kalır. Sözü verdiğimiz andan onu tamamladığımız ana kadar köprüye benzer bir enerjisel geçit oluşturur. Eğer söz verdiğimizi yaparsak, bu köprüden iyi bir enerji alınır. Ama sözün yerine getirilememesi durumunda bu enerji yok olur.
            - Çok fazla eşya, arkadaş, iş, uğraş sahibi olmak: Bunlar güzel ve doğru görünmekle birlikte hem metafizik odaklanmayı zorlaştırır hem de enerjiyi dağıtır. “Maddi servet, ruhun mezarıdır!”
            - Sürekli önemsiz şeylerle vakit harcamak, bir sürü ıvır zıvır eşya, incik-boncuk gibi yararsız şeyler edinmek, hem enerji kaybına sebep olur hem de parazit varlıkların kişiyle bağlantı kurmasının önünü açar.
            - Fazla sorumluluk yüklenmek: Gelişime karar verdikten sonra yeni sorumluluk akitleri yapmamak gerekir. O ana dek mevcut olan akitler bizim karmik borcumuzdur ve yerine getirilmelidir ama yaşamın fiziksel tarafına ait yeni sorumluluklar üstlenmek söz konusu olduğunda oldukça seçici davranmak ve yük teşkil edecek sorumluluklardan mümkün mertebe kaçınmak gerekir.
            - Yalan: Yalan, gerçekliği çarpıtmaya çalıştığı için önce insanın kimyasını bozar, fiziksel hastalıklar yaratır, sonra da kişinin yolunu kaybetmesine sebep olur. Yalanın şeytanla özdeşleştirilmesi boşuna değildir. Yanlış bilgi enerji azaltır, doğru bilgi enerji yükler.
            - Bağımlılıklar, her türden maddi-manevi bağımlılık: Bunlara aile, eş-dost, iş, alkol, yeme-içme, sigara, kumar gibi bağımlılıklar girer. Bağlılık ile bağımlılık farklı kavramlardır. Biz sevginin sebep olduğu bağlılıktan değil de korkunun ve egonun sebep olduğu negatif bir duygu durumu olan bağımlılıklardan bahsediyoruz. Ruhsal/inançsal bağımlılıklar da buna dahildir. Son yıllarda bağımlılıklara bir yenisini ekledik, birçok insan devamlılık göstermeden bir kurstan diğerine, bir hobiden diğerine, bir atölyeden, dersten, seminerden vs. diğerine koşup dururken hem enerjisel yönden ve hem de maddi yönden tükeniş yaşamaktadır. Buna kişisel gelişim bağımlılığı diyebiliriz. Bağımlılığın neticesinde onlarca sertifikayla ve karmakarışık bir kafayla dolaşırken hala bir şeyleri yetersiz bulur veya bir şeyleri kaçırdım diye telaşa düşeriz. Ya diğerleri bizden fazla öğrenirse! Allah korusun, ya geri kalırsak? Ancak bu hızda koşturmaya devam edersek elimize hiçbir şey geçmez. Enerjisel olarak dibe vurur, hakiki yolun yönünün dışarıya değil içeriye doğru olduğunu öğrenme şansını kaybederiz.
            - Korku, endişe, kaygı, beklenti gibi duygular: Pozitif veya negatif beklentiler, enerjiyi etkileyen faktörlerden biridir. Beklentiler yerine niyeti ortaya koyup olayları akışa bırakmak en doğrusudur. Konu her ne olursa olsun dua ve istekte bulunurken klasik tabirle 'her şeyin hayırlısı' talep edilmelidir.
            - Zihinsel dağınıklık: Feng-şui, aslında zihinsel odayı, yani bilinç alanını temizlemek ve düzene sokmaktır. Zihin dağınıklığının mutlaka önüne geçmek gerekir. Dağınık bir zihin enerji kaybeder ve odaklanması neredeyse imkansız hale gelir. Bunun için yaşadığımız fiziksel mekanın da düzenli ve sade olması elzemdir. Astral gözümüz açıldığında genelde önce kendimizi zihin mekanımızı temsil eden evimizde buluruz. Eğer bunu yaşayacak olursanız, evin ve odaların temiz ve düzenli olup olmadığına dikkat edin. Değillerse, ortam kirli ve dağınıksa, zihninizin de biraz temizlenmeye ihtiyacı var demektir.
            - İnatçılık, dış dünyayı kontrol etme isteği, arzu, hırs, heves, açgözlülük: Ego kaynaklı olan bu duyguların hepsi de ölü doğan çocuklardır ve bize zarar verirler. Dış dünyayı kontrol etme arzusuna bir son vermeliyiz. Bizden çok daha yukarıda, esenliğimizi isteyen, bizi kollayan, gözetleyen ve bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunu o geniş ufkunda daha iyi görebilen bir üst bilinç olduğunu asla unutmamalıyız.
            - Aşırı fiziksel çalışma, yorgunluk: Gereğinden fazla yorulmak, obsesyona kapı aralar. Enerji alanımıza eklenmek isteyen varlıklar, fiziksel düşüş gösterdiğimiz zamanları kollarlar.
            - Aile bağlarının kopması: Bizler sosyal varlıklarız. Hayatımızı tek başımıza  yaşamaya karar vermemiz mümkün ise de bu durumda bazı şeyleri feda etmek zorunda kalırız. Özellikle aile üyelerinin birbirinden fiziki ve ruhsal olarak kopması, enerjiyi darmadağın eder. Çok değil daha 30-40 yıl öncesine kadar çok güzel geleneksel bir aile yapımız vardı. Bütün aile bir arada tek bir yerde bulunur, aile üyeleri birbirlerine maddi ve manevi açıdan destek olurdu. Bu destek, enerji olarak da yansırdı. Aile üyelerinin farklı evlere, şehirlere ve hatta ülkelere dağılması, her bir ayrılışta gövdeden çıkan büyük dallarından birini kaybeden ağaca benzetir bizi. Derin yaralar alır,  gerektiği gibi beslenemez oluruz.
            - Şehir hayatı: Şehirleşmeyle birlikte ortaya çıkan sorunların başında gelen stresin bozucu etkisi hepimizin malumudur. Şehir hayatının bize dayattığı kapalı ortamda yaşama mecburiyeti bizi görünenden çok daha kötü etkiler. Doğadan kopmak bizi strese sokar ve suni ortamın devam etmesi halinde doğal yaşam dengemiz, akıl ve ruh sağlığımız bozulur.
            - Genetik yapımıza aykırı beslenme biçimi ve göç: Eğer atalarımız Orta Asya’dan geldiyse, en uygun beslenme biçimimiz onların geleneksel beslenme biçimine uygun olandır diye düşünüyorum. Çünkü bedenimiz o kadar hızlı evrilmez ve ataların genetik kodlarının uyumlu olduğu, eskiden yaşadıkları ortamda bulunan gıdalara aşinadır.
            - Gerçekleşemeyecek kadar zayıf enerji içeren dualar, mevcut olan düşük seviyedeki enerjiyi de dağıtır. Her dua, bir isteğin yerine gelmesi için evrene yollanan bir enerji paketidir. Eğer bu enerji paketinin yükü, duayı gerçekleştiremeyecek kadar zayıfa maalesef enerji bize geri dönmeyecektir. Dua ederken kendi enerjimizi harcamamak için, bizim için tasarlanmış ilahi kader yoluna tutunarak “Tanrım, sana havale ediyorum.” demek suretiyle duayı mümkün olan en yüksek enerjiye sahip makama gönderelim.
            - Kalıplaşmış bilgiler, insanı kapalı şişeye dönüştürürler. Kişi, yeni ilave enerji-bilgi alımına kapalı olur. Bu kuralı neredeyse tüm kitaplarımda anımsatma ihtiyacını duyuyorum. Zihnimizde yerleşik kavram ve kalıpların görüş alanımızı sınırlayan pencereler olduğunu ne zaman anlayacağız? İçine yeni enerjilerin dolabileceği kapağı açık bir şişe olmamız için dogmalara ve katı bir görüşlere saplanıp kalmamak, hatta yeri geldiğinde iki kere ikinin dört ettiğinden dahi şüphe duymak gerekir.
            - Yargılamak: Kimin neyi ne için yaptığını bilmemiz mümkün değildir. Başkalarını yargılamak, sadece kendi düşüncesini doğru kabul etmektir ve bu tavır elbette ki egolardan kaynaklanır.
            - Grup seçimi: Enerjimiz, çatısı altına girdiğimiz grubun ortak enerji alanına uyumlanır. Enerjiyi artıran ve düşüren grup ve rehberler mevcuttur. Bazı gruplar özellikle üyelerinden enerji çekmek için kurulurlar. Burada grubun niteliğini belirleyen, onu kuranın niyeti, yeteneği ve yetkinliğidir. Metafizik, ruhsal, spiritüel gruplara dahil olurken, kurucu ve yöneticilerini araştırmak ve devamında onları gözlemlemek en mantıklı yaklaşım olacaktır. Çünkü grup enerjisi kartopu gibi büyümeye ve üyelerin enerji ve iradelerini baskılamaya meyillidir. Bu hem pozitif hem de negatif yönde olabilir. Örneğin, bir grupta toplanan 3 üyenin ayrı ayrı 2 birim enerjisi varsa, grup enerjisi 3 x 2 = 6 etmez, 12, 24, 48 edebilir. Katlanarak çoğalır. Fakat enerji düşüren bir grup söz konusuysa enerji kaybı yine aynı şekilde katmerli olur.
            - Karma – ataların olumsuz tesirleri, ailede ani kayıplar, kürtaj ve benzeri durumlar: Bunların çoğu bu hayatımıza beraberimizde getirdiğimiz miraslardır. Karma konusu önemlidir ve çok geniştir ama kitabımızın konusunu aşar. Yine de çokça sorulan iki soruya yanıt vermek isterim. Hiç kimse sizin adınıza karma sıfırlayamaz, sizi şifalandıramaz, sorunları öteleyemez, değiştiremez. Arınma, yani duygu, düşünce ve davranış temizliği kişiseldir. Dışarıdan alabileceğiniz tek yardım, geçmişte olan bir şeyleri anımsatmalarından ibarettir. Ama geçmişte olanları anımsama kısmı işin sadece ilk adımıdır. Sonra geçmişteki olayların nedenlerini, sonuçlarını, zararlarını fark etmeli ve tam bir samimiyetle kabullenmeli ve bunları telafi etmeye çabalamalıdır. Ancak o zaman bir sonuç almayı bekleyebiliriz. Karmayı değiştirmeye veya yok etmeye kimsenin gücü yetmez ama onu yaratan kişinin çabasıyla dönüştürülebilir. Merak edilen diğer bir soru da şu: Kötü karma ve iyi karmayı, bu yaşamları geçirdiğimiz yerleri nasıl tanırız? Hiçbir nedeni yokken, çok küçük yaşlardan itibaren sevdiğimiz, çekildiğimiz yerlerde, ülkelerde ve insanlarda iyi bir karma geçmişimiz vardır. Tersi bir durum ise kötü bir karmik geçmişe işaret eder.
            - Alışkanlıklar, küçük ölümlerdir: Sıradışı ol. Alışkanlıklar insanı bir robota dönüştürür ve üstelik de çoğu, sistemin dayattığı gereksiz alışkanlıklardır. Metroda sağ merdiven yerine sol merdiveni kullanmak, çorapları tersten giymek, saati ters kola takmak ve hayal gücünüzün izin verdiği birçok küçük düzenlemelerle bu minik ama sayıca çok enerjisel ölümden korunabiliriz.
            - Çatışma: Yakın olsun veya olmasın, insanlarla çatışma içinde olmamız, gelişimimizi engeller. Ruhsal gelişime geçmezden önce fiziksel dünyadaki tüm işlerimizi yoluna koymalı, münakaşalara, çıkar çatışmalarına ve benzeri enerji emici tüm huzursuzluklara artık bir son vermeliyiz.
            - Hak yemek: Rüyalara genellikle insan eti yemek olarak yansıyan hak yeme, dini kitapların da ehemmiyetle üzerinde durduğu çok hassas bir konudur.

Seminer notlarından...

3 Ağustos 2017 Perşembe

ÇAKRA VE KAST SİSTEMİ


            Hindistan’da asırlar boyunca uygulama bulan kastlar sistemi, insanların farklı çakra düzeyinde titreşim gösterdikleriyle ilgili bilginin yanlış anlaşılması sonucu doğmuş ve büyük zarar vermiştir.
            1. Çakra düzeyinde titreşen bir insan, işçi sınıfına uygun bir yapı taşır. Bu insan çalışmak, yemek, barınmak ve soyunu devam ettirmek için uğraşır, tamamen kendine dönüktür, dışa kapalıdır ve fiziksel varlığını sürdürmenin haricindeki konulara kesinlikle ilgi göstermez. Dışarıdan tesir almaya kapalıdır. Tesir almadığı için de bir ömür boyu kayda değer bir gelişme gösteremeyecektir.
            2. Çakra düzeyinde titreşen bir kişi, tüccar sınıfa ait özellikler gösterir. Alış-verişe yatkınlığı sebebiyle duruma göre hem içe hem de dışa dönük olabilir ve tesir-alış verişinde bulunabilir. Genel olarak kendi çıkarı ön plandadır, ilkel insanların uyanıklık, hilebazlık ve “şark kurnazlığını” gösterir.
            3. Çakra düzeyinde titreşen insan askeri kasta ait çizgileri taşır. Dava insanıdır, bir şey uğruna mücadele eder, savaşır, kendini arka plana atmış ve kolektif bilince yaklaşmıştır.
            Bu ilk üç çakra titreşiminde olan insanlar bu hayatları içinde inisiyasyona, dolayısıyla ruhsal bilgeliğe kapalıdırlar.
            4. Çakra düzeyinde titreşen insan sensitiftir, son derece duygusaldır, ateşli, tutkuludur. Bu son derece astral insanlar yüksek duyusal duyarlılık gösterirler ve bu hem hediyeleri hem de aynı zamanda cezalarıdır. Her türden medyumları bu sınıfa dahil edebiliriz.
            5. Çakra düzeyinde titreşen kişiler şifacılardır. Şifa tesirini akıtabilen bu insanlar, tanrısal sağaltımın bir ifade aracına dönüşürler. Ancak bu gücün negatif tarafını da taşırlar, hastalıklara ve kötü tesirlere yatkındırlar.
            6. Çakra düzeyinde titreşen kişiler simyacı ve okültistlerdir.
            7. Çakra düzeyinde titreşen ender kişiler ise ruhsal bilgeliğe vakıf olan büyük üstat, guru ve rehberlerdir.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

TANRI, İTAATKAR İNSANI SEVMEZ


TANRI, İTAATKAR İNSANI SEVMEZ
            İnsanın tanrıya itaat etmesi, onun buyruklarını sorgusuz sualsiz yerine getirmesi, asla kuşku duymaması hemen tüm dini inançların merkezini oluşturur. Çünkü empoze edilen dini öğretilerde insan, yaratıcıya bir kul olarak tanıtılır ve yaratıcıya itaat etmemesi, onu şeytanın bulunduğu isyankar seviye indirip bir kafire dönüştürür. İnsanın tanrıya mutlak itaat etmesi gerekliliği görüşü, bu tanrının kızan köpüren, emri getirilmezse hiddetlenen, insanın kulluğuna ihtiyacı olan bir varlık olduğu varsayımını getirir. Uzak geçmişte bu inançların tohumlarının atıldığı zamanlarda insanlar asla kendine benzemeyen bir tanrıyı tahayyül edememişlerdi, dolayısıyla onu şişkin bir egoya sahip bir insan mizacında resmettiler. Maalesef bu mutlak efendi-tanrı ile onun itaatkar kulları görüşü bugün “modernleşmiş” inanç akımlarında bile çokça taraftar topluyor.
            Yalnız işin teori değil de pratik kısmına geldiğimizde işler değişebiliyor. Metafizik algısı açılan herkes birçok inorganik varlıkla (cinle), ölen kişilerin ruhlarıyla, rehberlik etmeye çalışan başka ruhlar ve sahte üstatlarla karşılaşabilir. Fiziken görünmez olan bu öte alem varlıkları hakkında bildiklerimiz, genellikle onların söylediği kadardır. Spritüalist ve neospritüalist pratisyenler ile medyumlar en düşüğünden en yükseğine birçok varlıkla irtibat kurduklarını anlatırlar. Bu varlıkların bir kısmı kendini hiç olmadığı ve yakında olamayacağı mevkide ve bilgelikteymiş gibi tanıtır ve gerçekten öyle olup olmadıkları anlamak, medyum ya da operatörün hem konuyla ilgili geniş bilgi sahibi olmasına hem de irtibata girilen varlığın ayrıntılı olarak konuşturulup incelenmesine bağlıdır. Benim de iletişime girdiğim varlıkların sınıfını belirlemek için kendime koyduğum bazı kıstaslar var.

            Negatif ve obsedör olma (musallat olma) derdindeki varlık ve ruhlar üç aşağı beş yukarı ortak bir dili kullanırlar. Genelde bilgiçlik taslarlar ama biraz sıkıştırıp daha detaylı bilgi istediğiniz anda ya konuyu sonraki bir zamana ertelerler, ya saçmalarlar ya da hep aynı şeyleri tekrarlayıp dururlar. Bilgiçlik taslamalarının sebebi elbette sizi etkilemek ve kendi egolarını tatmin etme isteğidir. Özellikle negatif olanların tümü emir kipli konuşur, bir dini ve sadece o dini dayatır, sizi yönlendirmeye çalışır, bir şeyleri yapmanızı veya yapmamanızı ister, iradesini size dayatır, olmadı korkutur ve tabii ki kendisine itaat etmenizi ister. Astral gözü veya işitisi açılan insanların veya yazıcı medyumların (veyahut ta celse operatörünün) bilgisi, sezgisi ve idraki iyice artana kadar ona birçok varlık gelecek ve bunların da birçoğu bu anlattığımız türden olacaktır. O halde dini kitaplarda bahsi geçen itaat beklentisini bilen bazı varlıklar, bunu cahil ve itaat etmeye dünden razı olan insanları obsede etmek için kullanamazlar mı? Kullanmaya çalıştıklarını birçok vakada gördüm ve eğer ben basit bir insan olarak bunu anladıysam, sonsuz mutlak yaratıcının da bu tehlikeyi biliyor olması lazım. Muteal varlık asla bir insan gibi düşünülemez ve ona ulaşabilmeyi ümit edenlerin, itaat beklentisinde olan bir varlığa kanmamaları gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü yaratıcıya ulaşana kadar bin bir badire atlatması gereken biz insanların, metafiziğe daha ilk gözümüzü açar açmaz bu tuzağa düşme ihtimalimiz var ve bunu önlemenin tek yolu kendine ister tanrı ister Allah, isterse de melek desin asla ve asla hiçbir varlığa irademizi teslim etmemektir.

19 Nisan 2017 Çarşamba

Helena Petrovna Blavatsky, "Büyücüler ve Casuslar"


Masonik düşünür ve okültizm araştırmacısı Manly Palmer Hall (1901-1990), The Phoenix kitabında Madame Blavatsky için “Rus Sfenksi” ifadesini kullanır ve onu, “şaşırtıcı üçlü” (bewildering triad) olarak tanımladığı ve diğer üyeleri Saint-Gérmain Kontu ve Cagliostro olan gizemli bir ekibin üçüncü kişisi ilan eder.1
         Hall’un Blavatsky’yi nasıl bir onurla taçlandırdığını anlamak için, yazarın Tüm Çağların Gizli Öğretileri kitabına da bir bakmak gerekebilir. Hall, kitabın Gizemler ve Elçileri adlı bölümünde, kadim gizem okulları ve pagan mabetlerinin öğretilerini tarih boyunca saklayan ve aktaran, aralarında Pisagor, Giordino Bruno ve Francis Bacon’un da olduğunu iddia ettiği bazı “İnisiye-Öğretmenler”in adlarını sayar. Fakat aralarından üçüne özel bir yer verir: Hypatia, Saint-Gérmain Kontu ve Cagliostro.2
         İtalya’daki sansasyonel P2 Mason Locası’nın Büyük Üstadı Licio Gelli’nin bir dönem veliahtı ilan edilen ve Ordo Illuminatorum Universalis adlı locanın büyük üstatlarından Leo Lyon Zagami’nin, Confession of an Illuminati (Bir İlluminat’ın İtirafları) kitabında da bu “şaşırtıcı üçlü” yine yan yana geliyor.
         Zagami,  kitapta “the superior secret society” (yüksek gizli topluluk) dediği son derece gizli oluşumlardan bahsediyor ve bu tarz toplulukların en önemli özelliğinin, sahada, çok özel ve gizli görevler üzerinde çalışmak olduğunu belirtiyor. Bu tarz örgütlerin üyeleri eski tabirle nev-i şahsına münhasır, zor işlerin üstesinden gelebilecek sıradışı insanlardan seçiliyor ve onlara “nobel travelers” (soylu gezginler) deniyor. Bu kişiler gezgin tüccar vs. gibi kimliklerle sahaya sürülen “görevli/yetkili vaizler” (authorized spokespersons), misyonerlerdir. Doğrudan Görünmez Efendiler (Invisible Masters),  Bilinmeyen Üstünler (Unknown Superiors) ya da Gizli Şefler’den (Secret Chiefs) emir alırlar. Zagami tarihteki birkaç ünlü “soylu gezgin”ın adını sıralar: Eirenaeus Philaletes, Saint-Gérmain Kontu, Cagliostro, Filippo Buonarotti ve Helena Petrovna Blavatsky...3
         Rus Sfenksi ya da soylu gezgin gibi ifadelerin yanında, Batı ezoterizminin en etkin figürü, günümüz Yeni Çağ ruhsal öğretilerinin ana tanrıçası hatta ilk Hippi olarak da anılan Madame Blavatsky’nin okült karizması ve popülaritesi zaman içinde kaybolmak yerine giderek artıyor. Öyle ki Blavatsky, Dünya’nın ince bedenine takılı kalmış zamanüstü bir hayalet gibi, her an, her yerde karşımıza çıkıp o “Sirius mavisi”, ipnotik gözlerini üstümüze dikiyor; melekler ve şeytanlar, gerçekler ve yalanlarla dolu sırlı, saklı, gizli, gizemli ve zaman zaman da kirli ve tehlikeli bir dünyaya bizi cezbediyor.
         Şimdi şu her an, her yerde karşımıza çıkıyor savını biraz açalım…
         Değerli gazeteci Rahmi Turan, Hürriyet’te yayımlanan 20 Temmuz 2008 tarihli köşe yazısında şöyle diyordu:
         “Agarta aşağı, Agarta yukarı... Ergenekon davası ile birlikte günlük hayatımıza da, siyaset edebiyatımıza da ‘Agarta efsanesi’ girdi. Günlerdir bu hayal ürününü konuşup duruyoruz. ‘Shambala’, ‘Dünyanın Kalbi’, ‘Yüce Ülke’, ‘Bilgiler Ülkesi’ gibi çeşitli adlarla ifade edilen Agarta, söylenceye göre, binlerce yıl önce denize batarak yok olduğu ileri sürülen Mu ve Atlantis kıtalarından göç eden ‘bilim-rahipleri’ tarafından kurulmuş bir organizasyonmuş […] Gelelim işin gerçeğine; Agarta ‘Shambala’ adıyla 19’uncu yüzyılda Helena Blavatsky adında bir Rus kadın tarafından uyduruldu. Tabii ki gerçekte, yeraltında böyle şehirler yok! Efsaneyi yaratan Blavatsky, 1880’li yılların başında İstanbul’da at cambazlığı da yapmıştı.
         Agarta, eski Tibet ve Hindistan’da mistik ilimlerle uğraşanların kullandığı bir kavramdır.”4
         Yazı, Agarta ve Şambala mitlerine ilişkin yanlış bilgi ve mantık hataları içermekle birlikte5, yakın tarihimizin bir hukuk garabeti olan
Ergenekon Davası’nın Birinci İddianamesi’ndeki ciddiyetsizliklere ve fantezilere haklı bir tepki koyuyordu. Hatırlanacağı üzere İddianamede Ergenekon Örgütü Agarta ve Şambala mitleriyle ilişkilendirilmişti.
         Biraz daha geriye gidelim…
         Trajik bir suikastla hayatını kaybeden ABD başkanı John F. Kennedy’nin kardeşi senatör Robert Kennedy, 5 Haziran 1968 yılında Los Angeles’taki Ambassador Hotel’de Sirhan Sirhan adlı, 22 yaşındaki Filistin’li bir genç tarafından vurulmuştu. Sirhan, tutuklanıp hapse atıldıktan sonra, hücresinde okumak üzere Madame Blavatsky’nin The Secret Doctrine (Gizli Öğreti) ve Blavatsky’nin iki ardılı, teozofist Annie Besant ve Charles Leadbeater tarafından yazılmış Talks on the Path of Occultism: At the Feet of the Master (Okültizm Yolu Üstüne Konuşmalar: Usta’nın Huzurunda) kitaplarını sipariş etmişti.6 
         Sirhan’ın cinayetten önce (Mart 1968) Teozofi Derneği’nin, California Pasadena’daki şubesi Adyar Locası ve Mayıs ayında da ünlü Gülhaç Örgütü’nün Akhanaton Locası’ndaki toplantılara katıldığı biliniyor.7 (Teozofi Derneği, Blavatsky, Albay Olcott ve William Quan Judge tarafından 1875 yılında New York’ta kuruldu.)
         Sirhan’ın evinde yapılan araştırmalarda Blavatsky ve Leadbeater’a ait başka kitaplar da bulunmuş, katilin özellikle Blavatsky’nin Isis Unveiled (Peçesiz İsis) kitabına yoğun ilgi gösterdiği anlaşılmıştı. McCowen Raporu’na göre Sirhan Isis’in ilk 477 sayfasını satır satır çizerek okumuştu. Kitabın geriye kalan 225 sayfası ise temizdi.
         Ayrıca Sirhan’ın tuttuğu günlüklerde Blavatsky’nin Trans-Himalayalar’da yaşadığını iddia ettiği “Görünmez Üstatlar”ından Kut Humi’ye (Koot Hoomi) ve Illuminati örgütüne gönderme yaptığı birçok ifadeye de rastlanmıştı.
         Kimi araştırmacılara göre Sirhan, CIA’in meşhur MK-Ultra adlı zihin kontrol projesinin bir ürünüydü. Bu açıdan bakarsak onu “mistik emperyalizm” ve “bilimsel faşizm”in ağına düşmüş bir kader kurbanı olarak da görebiliriz. Büyük ihtimalle Sirhan’ın sözde “Teozofik bağlantıları” da planın bir parçasıydı ve asıl amaç, cinayeti kafayı mistisizmle bozmuş bir meczubun işlediği algısını yaratmak, asıl failleri kamuoyundan gizlemekti. Yeri gelmişken: Bugün artık K. Paul Johnson ve Joscelyn Godwin gibi araştırmacılar sayesinde Blavatsky’nin Koot Hoomi vs. gibi “Yükselmiş Üstatlar”ının (Ascended Masters) “Venüs kökenli” astral varlıklar değil, Blavatsky’nin mitolojize ettiği gerçek, tarihsel figürler olduğunu biliyoruz. Hatta Johnson’a göre bu “görünmez üstatlardan” birisi, siyaset ve diplomasi tarihi açısından bizi de yakından ilgilendiriyor: Cemalettin Afgani. Hani Abdülhamit’e “mehdilik” iddiasıyla Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırabileceğini vaat eden adam.
         Peki kimdir bu Helena Petrovna Blavatsky?
         Asıl adı Helena Petrovna von Hahn olan HPB, 12 Ağustos 1831 tarihinde Ukrayna’nın, o dönem Rus toprağı olan Ekaterinoslav  (bugünkü Dnipropetrovsk) şehrinde dünyaya geldi. Babası, Alman kökenli aristokrat Albay Peter Alexeyevitch, annesi de, adı George Sand’la birlikte on dokuzuncu yüzyıl feminist hareketi içinde de anılan ve Zenaida R-va mahlasıyla romanlar kaleme alan Helena Andreevna Hahn idi.
         Helena Andreevna Hahn aynı zamanda İngiliz romancı, politikacı ve İngiliz Gülhaç Topluluğu’nun  “Büyük Patronu”  Edward Bulwer-Lytton’ın romanlarını ilk kez Rusça’ya çeviren kişidir. Lytton’ın özellikle Oyuk Dünya Teorisi ve gizli yeraltı uygarlığı temalı romanı The Coming Race (Geleceğin Irkı)8 Blavatsky’nin ileriki yıllarda geliştireceği Teozofik inanç sistemi ve Nazi ideolojisinin çıkış noktası olan Ariozofi üzerinde oldukça etkili olacaktır. Batı ezoterizmi araştırmacısı Nicholas Goodrick-Clarke bu konuya ilişkin: “Liljegren’in karşılaştırmalı metin incelemelerinde yadsınamaz ölçüde ortaya koyduğu gibi, erken dönem teozofisinin özellikle İngiliz okült kurgularından esinlenmesi ilginçtir”9 diyor. Ayrıca Lord Lytton, İngiliz emperyalizminin Orta Doğu politikalarına yön veren Oxford Hareketi’nin de kurucularındandı. Günümüzde bölgeye kan kusturan Selefilik ideolojisi/teo-politiği ile bu hareket arasında derin tarihsel bağlar vardır.
         Annesinin genç yaşta ölümünün ardından Blavatsky bir süre büyük dedesi “Privy Councillor” (Danışma Meclisi Üyesi) Andrei de Fadeev ve Prenses Helena Dolgorukii gibi akrabalarının yanında kaldı. Okültizm dünyasıyla da ilk kez, yine büyük dedelerinden simyacı, majisyen, Kabalist ve Gülhaç’cı Hürmason Prens Pavel Dolgorukii’nin yanında kaldığı yıllarda tanıştı. Joscelyn Godwin’e göre Prens Dolgorukii, Blavatsky’nin El Morya, Kut Humi ve Djwhal Khul gibi isimler verip mitolojize ettiği tarihsel kişiliklerden biridir. 10
         Matmazel Hahn, 1849 yılında Ermenistan’ın Erivan bölgesinde vali yardımcılığı yapan Nikifor Blavatsky ile evlendi. Bu mutsuz evlilik uzun sürmedi ve Blavatsky kocasını terk etti. Onun kimi yazarlarca “mania” olarak tanımlanan ve Türkiye, Suriye, Filistin, Lübnan, Hindistan, Mısır, Doğu Avrupa, İngiltere, ABD, Kanada
gibi ülkeleri kapsayan seyahat tutkusu ve süreci bu yıllarda başlar.  Blavatsky’nin bu uzun dünya turunun ilk durağı ise İstanbul’dur…
         HPB ne zaman Türkiye’de gündem olsa, matbuatımız onun İstanbul’da “at cambazlığı” yaptığı argümanını dillendirmeye bayılır. Fakat bu gözü kara, kabına sığamayan, psişik ve bir parça da tekinsiz aristokratın İstanbul macerası pek de at cambazlığıyla geçiştirilecek gibi değildir. Mesela HPB burada Macar kökenli opera sanatçısı Agardi Metrovitch’le tanışır. Metrovitch, İtalya kökenli, kilise karşıtı masonik örgüt Carbonari üyesidir. Carbonari’lerin bizim İttihatçılarla da iletişim halinde olduklarını biliyoruz.
         HPB’nin bu maceralı hayat hikâyesinde karşımıza çıkan ve üzerinde etkisi olduğunu bildiğimiz birincil figürlerden bazılarını sıralarsak onun ezoterik bilgilerinin, okült tezlerinin ya da casuslukla suçlanmasına kadar varan politik ilişkilerinin arkaplanını bir parça aydınlatabiliriz:11 Kadim bilgelik konusunda onu araştırmaya teşvik eden Rus okültist ve Hürmason Prens Alexander Golitsyn. Teozofi literatüründe Serapis Bey kod adıyla geçen Koptik büyücü Paolos Metamon. İtalyan ulusalcılığının “peygamberi” Giuseppe Mazzini. İran Azerisi, politik aktivist, dini reformcu, mason ve kimilerine göre “entrikacı” Cemalettin Afgani. Blavatsky’yi New York’ta ziyaret eden ve Teozofi literatüründe Üstat Hilarion olarak geçen Kıbrıslı büyücü/sihirbaz Ooton Liatto. Cemalettin Afgani’nin öğrencisi Mısırlı oyun yazarı, gazeteci James Sanua. Sanua Mısır devleti tarafından Paris’e sürülmüş ve ömrünün geri kalanını burada geçirmişti. Parisli  spiritüalist, HPB’nin Teozofi Derneği’nin ilk kurulduğu yıllardaki mali destekçilerinden Caithness Kontesi Marie. Kontes’in Paris’teki evi bir spiritizm (ruh çağırma) ve teozofi yuvasıydı. Binbir Gece Masalları ve Kama Sutra gibi yapıtları İngilizce’ye çeviren, seyyah, linguist, birçok okült topluluğa katılmış ve ileriki yıllarda da Teozofist olan Sir Richard Burton. İngiliz diplomat, Cemalettin Afgani’yi Kahire’deki mason localarıyla tanıştıran, 1870 ve 80’lerde Teozofi Derneği’nin kurucularıyla yakın iletişim halinde olan Raphael Borg. Amerikalı spiritüalist, konuşmacı ve Teozofi Derneği kurucularını Arya Samaj ve Sinhalese Budizmi liderleriyle tanıştıran James Peebles. Rus gazeteci, Blavatsky’nin Rusya’daki yayıncısı, Hindistan’da Cemalettin Afgani ile görüştüğü bilinen ve komploculukla itham edilen Mikail Katkov. Kaşmir Mihracesi, Vedanta âlimi, HPB’nin ve Teozofi Derneği’nin Hindistan’daki mali destekçisi, Teozofi literatüründe El Morya kod adlı Ranbir Singh. Yine Teozofi Derneği’yle bağlantılı Singh Sabha Hareketi’nin kurucularından Sirdar Thakar Singh Sandhanwalia ya da Üstat Koot Hoomi Lal Singh. Pencaplı Sih gazeteci, politikacı ve filantropist Sirdar Dayal Singh Majithia ya da Djwhal Khul (Cevval Kul). Sinhalese Budistleri’nin yüksek rahibi, Teozofi Derneğinin onursal başkanlarından Sumangala Inansa. Güney Hindistan’ın saygın Advaita Vedantist gurusu ve Teozofi Derneği kurucuları tarafından inisiye rahip olarak büyük saygı gören Mysore’li Swami Sankaracharya…
                  
                           
         
          Resim 1. Koot Hoomi                         Resim 2. El Morya

         Blavatsky, ABD’de bulunduğu 1873 yılında Albay Henry Steel Olcott ile tanışıp, yakın dost oluyor. Buna bir tür teozofik yol arkadaşlığı da denilebilir. HPB bu dönem Amerika’da bir “medyum”  olarak da ünleniyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 1875 yılında New York’ta Olcott ve Judge ile birlikte Theosophical Society’yi (Teozofi Derneği) kuruyorlar. H. S. Olcott, bir dönem Abraham Lincoln suikastından kovuşturmaya uğramış bir hürmason.
         Blavatsky’nin Teozofi Derneği’nin ilk üyeleri arasında, fikrimce gözden kaçırılmaması gereken önemli bir figür daha var. Yine Olcott gibi asker kökenli ve 33. derece bir hürmason olan Albert Pike. Manly P. Hall, Pike için “Hürmasonluğun Platon”u ifadesini kullanır. (Laf aramızda, bazı masonik metinlerde Pike’a “Platon’un reenkarnasyonu” göndermesi de yapılıyor). Pike’ın The Morals and Dogma of the Ancient and Accepted Scottish Rit of Freemasonry adlı ünlü bir kitabı var. Bu çalışma İskoç Riti’nin düşünce ve inanç sistemini derleyen masonik bir ders kitabı olarak da tanımlanabilir. Kitap, zamanında 14. dereceye gelen adaylara veriliyordu. Bu uygulamaya 1974 yılında son veriliyor.
         Blavatsky ve Olcott 1886 yılında Hindistan’a gidiyor ve burada, Theosophical Society of Adyar’ı kuruyorlar. Hindistan serüvenleri pek de hoş neticelenmiyor: Haklarında sahtekârlık suçlamaları, davalar açılıyor ve en nihayetinde ikili buradan ayrılmak zorunda kalıyor.
         Blavatsky’nin profesyonel yazarlık hayatı 1877 yılında yayımlanan Peçesiz İsis kitabıyla başlıyor. Kitap ilk günden yok satıyor. 1879 yılında da Hindistan’da The Theosophist dergisi yayın hayatına giriyor. 1887 yılında Londra’da aylık Lucifer dergisi çıkmaya başlıyor. Blavatsky kardeşi Vera’ya yazdığı bir mektupta: Lucifer adında bir dergi çıkartmak üzereyiz” diyor: “korkuya kapılma, o Şeytan [Devil] değil, bütün antik dünyada kutsal kabul edilen, Katoliklerin tahrif ettiği Sabah Yıldızı’nın [Venüs] adı.”12 
         1888 yılında HPB’nin “magnum opus”u olan The Secret Doctrine: The Synthesis of Science, Religion, and Philosophy (Gizli Öğreti: Bilim, Din ve Felsefenin Sentezi) yayımlanıyor. Bu kitaba biraz odaklanmakta fayda var. Nicholas Goodrick-Clarke, G.Ö. hakkında şöyle der:
         “The Secret Doctrine kitabını üç temel ilke kapsamında özetlemek mümkündür. Birincisi her yerde hazır olan, ebedi, sınırsız ve değişmez bir Tanrı gerçeği vardır. Bu İlah’ın aracı, tanrısal düzeni ‘doğa kuralları’ adı altında evrensel maddeye uyarlayan, elektro-ruhsal bir güç olan Fohat’tır.”13 
         Bu “elektro-spiritüel güç Fohat”, Lytton’un Vril’i, Star Wars’un da “Force”udur (Güç). Devam edelim: 
         “İkincisi, tüm yaratıkları sonsuz bir doğuş ve yeniden doğuş döngüsüne tabi kılan dönemsellik kuralıdır. Bu döngüler hep başlangıç noktasından daha yüksek bir ruhsal düzeyde son bulur. Üçüncüsü, tek tek bütün ruhlarla ilah, mikrokozmos ile makrokozmos arasında temel bir birlik [aşağıdaki ve yukarıdaki birdir] bulunmasıdır.14
         Manly P. Hall, The Phoenix’te Peçesiz İsis ve Gizli Öğreti’nin, Madame Blavatsky’nin insanlığa birer hediyesi olduğunu söyler. Rivayete göre Blavatsky G.Ö.’yü Tibet’teki kadim bir tapınakta saklı, Senzar dilinde yazılmış Dzyan Kitabı’nı “durugörü” yöntemiyle okuyarak yazmıştı. Hall G.Ö.’nün “kitap içinde kitap” olduğunu ve inisiye olmayan (erginlenmemiş) vasat okuyuculara kitabın karışık görüneceğini iddia eder. Hakkındaki intihal suçlamalarına karşı da Blavatsky’yi şiirsel diyebileceğimiz bir üslupla savunur: Blavatsky eski kelimelere yeni açılımlar getirmiş, ölü inançlar bu kitapta ölümsüz birer Anka Kuşu gibi yeniden doğmuşlardır.15
         Blavatsky’nin Gizli Öğreti’deki kök-ırklar (root-races) teorilerinin siyaset, sanat ve günümüz Yeni Çağ felsefeleri üzerinde çeşitli düzeylerde etkisi olmuştur. Sanırım bunlardan en trajik olanı Teozofi artı völkisch (Alman ırkçılığı) sentezi olan Ariozofi’dir. Ariozofi Nazi okült ırkçılığının ardındaki hastalıklı temel inanç sistemidir. Blavatsky’ye göre beşinci kök-ırk Aryan’lardır. Aryanlar, tufandan kurtulan Atlantisliler’in torunlarıdır. Fohat gücüne ve yüksek bir teknolojiye sahiptirler. Bu Atlantisli üstün Aryan ırkı mitleri, Jörg Lanz von Liebenfels ve Guido von List gibi politik okültistlerin elinde şizofrenik birer ölüm manifestosuna dönüşecek, Nazi toplama kampları ve İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın yerle bir edilmesine yol açacaklardı.
         Teozofi’nin resim, müzik ve edebiyat dünyasına olan etkilerine gelirsek... Bu konu da ayrı bir makale hatta kitap konusudur. Önemli bulduğum birkaç örneği vermekle yetineceğim.
         Soyut resmin kurucusu Wassily Kandinsky (1866-1944) mistisizm, okült sayılar ve paranormal fenomenler gibi konulara büyük ilgi duyardı. Kandinsky, Blavatsky, Annie Besant, Charles Leadbeater ve Teozofi Derneği’nden ayrılıp Antropozofi ekolünü kuran Rudolf Steiner’ın kitaplarını da okuyordu. Hatta ünlü eseri Sanatta Ruhsallık Üzerine’de Blavatsky’den övgü dolu sözlerle bahseder ve ondan alıntılar yapar. (Mesela Kandinsky HPB’nin “yirmi birinci yüzyılda dünya, günümüze göre cennet olacaktır” kehanetini(!) alıntılar). Sanatsal yaklaşımları ve Teozofik öğretiler arasında yakın bir kan bağı olan Kandinsky için soyut sanat, hiçliği değil, içsel/spiritüel gerçekliği tasvir ediyordu.
         Kandinsky gibi “avant-garde” (öncü) bir ressam ve Teozofi Derneği üyesi olan Piet Mondrian, Blavatsky hareketine çok da sıcak bakmayan meslektaşı Lodewijk Schelfhout’a: “Teozofi ilkelerinin doğru olduğuna inanıyorum” diye haykırıyor, Teozofi’nin manevi gelişime katkı sağlayacak “spiritüel bir bilim” olduğunu ifade ediyordu.
         Rus piyanist ve besteci Alexander Scriabin (1872-1915), Blavatsky rüzgârına 1900’lerin başında Paris’te kapılmıştı. HPB’nin La Clef de la Theosophie’sini (Teosofinin Anahtarı)  okuyan Scriabin, yakın bir dostuna yazdığı 5 Mayıs 1905 tarihli mektubunda, kitabı olağanüstü bulduğunu belirtir ve şöyle der: “Düşüncelerime ne kadar yakın olduğuna şaşıracaksın”.16
         Leyla Pamir Scriabin ve Blavatsky hakkında şunları yazar: “Nietzche’nin Prometheus yorumuyla olduğu kadar, Teosof Helena Blavatsky’nin Teosofi Denemeleri’nde açıkladığı düşüncelerle de birleşmekteydi Scriabin. Ateşi, alevi, etkin düşünceyi, yaşamı, enerjiyi ve savaşı da kuşatan bu Teosofik Prometheus düşüncesinde de etkinlik, günahın gücüyle özdeşti. Ve insanlık ancak Prometheus’un ateşiyle aydınlanmakta, yaratıcılığa kavuşmakta ve kurtuluşunu sağlayabilmekteydi.”17
         Çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarlarından James Joyce’un da Blavatsky’den beslendiğini duymak bazılarımızı şaşırtabilir. Joyce’un yakın arkadaşı ve James Joyce’s Ulysses gibi inceleme kitapları olan Stuart Gilbert, Ulysses ve Finnegan's Wake hakkında konuşmak üzere yazarı bir gün ziyaret eder. Her iki kitap da kabaca İrlandalılar’ın gündelik hayatı hakkındadır fakat her ikisinin de muğlak bir tarafı vardır. Gilbert Joyce’a bu kitapların anlamını sorar. Joyce da ona Blavatsky’nin Peçesiz İsis ya da HPB’nin sağ kolu teozofist A.P. Sinnet’nin Ezoterik Budizm ya da Mahatma Mektupları’nı okuyup okumadığını sorar. Bu sohbetin ardından Gilbert, Joyce’un Teozofi ve okültizm konularında geniş bir bilgi birikimine sahip olduğunu fark eder ve mesela Ulysses’in, ruhgöçü, karma, Hermetizm, Anoloji Yasası (aşağıdaki ve yukarıdaki birdir) vs. gibi ezoterik teoriler olmadan kesinlikle anlaşılamayacağına kanaat getirir.18
            Ülkemizde de geniş bir okur kitlesine sahip H.P Lovecraft’ın  fantastik-korku türündeki yapıtlarında da Blavatsky izlerine rastlamak mümkün. Örneğin yazarın Shadow Out of Time gibi öyküleri Blavatsky’nin kök-ırklar temalı Teozofik mitlerinden esinlenilmiştir. Bu satırların yazarının da bir dönem sıkı hayranı olduğu Robert E. Howard’ın efsanevi Conan karakteri de Blavatsky’ye çok şey borçludur. İlk kez Blavatsky’nin Gizli Öğreti kitabında ortaya atılan Lemurya, Atlantis, Hyperborea gibi efsanevi kıtalara ait “okült tarih tezleri” ve ayrıca Teozofi literatüründe sıklıkla işlenen kadim bilgelik, kayıp uygarlıklar, sihir, büyü, maji vs. gibi temalar Howard’ın hayal gücünü tetikleyen temalardı.
        Sonuç: Helena Petrovna Blavatsky, her şeyden önce Hint/Doğu düşünce ve inanç sistemlerini, birkaç uzman ve maceraperest mistik aristokratın oyun alanı olmaktan çıkarıp tüm Batı kültürüne tanıtmıştır. Günümüzde çağdaş spiritüel akımlar ve Yeni Çağ öğretilerinin karma, çakra sistemleri ya da Avatar’lar gibi genel kavram ve konseptlerinin büyük oranda HPB liderliğindeki Teozofi Hareketi etrafında şekillendiğini söylemek mümkündür.
        Teozofi Hareketi’nin sadece mitoloji, parapsikoloji ya da Doğu felsefeleriyle ilgilenen apolitik bir topluluk olduğu zannedilmesin. Ünlü Hintli lider Mahatma Gandhi Kasım 1889 yılında, Londra’daki Blavatsky Locası’nda HPB ve Teozofi Derneği’nin Blavatsky’den sonraki ikinci başkanı olan Annie Besant ile tanışmıştı. Gandhi’nin  bir süre yaşadığı Johannesburg’taki (Güney Afrika) çalışma ofisinde üç kişinin resmi olduğu söylenir: İsa Mesih, Tolstoy ve Annie Besant. Hatta “Mahatma” (Yüce Ruh) sıfatını ona Besant uygun görmüştü. (Burada A.P. Sinnet’nin Mahatma Morya ve Koot Hoomi ile yaptığı yazışmaları derlediği The Mahatma Letters kitabını bir hatırlayalım.) Ayrıca Balkan Savaşları sırasında Rusya’yı destekleyen Blavatsky’nin 13 Ağustos 1877 tarihinde The World dergisinde Turkish Barbarities başlıklı bir yazısı olduğunu da yeri gelmişken ekleyelim.19
        Eski bir Teozofi Derneği üyesi olan fakat sonra Besant ile anlaşmazlığa düşüp Lucis Trust topluluğunu kuran Alice Bailey de bu noktada önem taşır. Lucis Trust ilk önce Lucifer Publishing Company (Lucifer Yayın Şirketi) adıyla kurulmuştu. Bailey’nin Lucis Trust’ının yan kuruluşu World Goodwill bugün Birleşmiş Milletler’in Millenium Development Goals (Binyıl Kalkınma Hedefleri) gibi projelerinde yer almaktadır.
        Blavatsky 8 Mayıs 1891 tarihinde, sadık takipçisi Annie Besant’ın Londra’daki evinde hayata veda etti. Teozofi Derneği bugün hala ABD, İngiltere, Avustralya ve Hindistan gibi ülkelerde faaliyetlerini sürdürmektedir.
        Teozofi Derneği’ne üye olmuş bazı ünlü bilim ve sanat insanlarını tanıyarak yolculuğumuzu sonlandıralım: Mucit Thomas A. Edison,
        Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll, efsanevi Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle, besteci Gustav Mahler, şair Halil Cibran, düşünür Jiddu Krishnamurti (Krishnamurti’yi Annie Besant evlat edinmişti), yazar Jack London, James Joyce, D.H. Lawrence, sansasyonel Oğlak Dönencesi romanının yazarı Henry Miller, bilim-kurgu romanları olan Kurt Vonnegut, ressam Paul Gaugin, Elvis Presley ve Shirley MacLaine…
DİPNOTLAR:
1.Hall, Manly Palmer. (1995). The Phoenix (s.111). Los Angeles: The Philosophical Research Society, Inc.
2.Hall, Manly Palmer. (2014). Tüm Çağların Gizli Öğretileri (s.643-653). (Murat Sağlam, Çev.). İstanbul: Mitra Yayınları.
3. Zagami, Leo Lyon. (2016). Confession of an Illuminati, Volume 1. (s.49-50). San Fransisco: Consortium of Collective Consciousness Publishing.
4. Turan, R. (20 Temmuz 2008). Dünyanın sonu değil ama... Hürriyet. Erişim tarihi:16.03.2017.http://www.hurriyet.com.tr/dunyanin-sonu-degil-ama-9475452
5. Agarta kelimesi ilk kez  Louis Jacolliot’nun 1873 yılında yayımlanan Les Fils de Dieu (Tanrı’nın Oğlu) adlı romanında “Asgartha” şeklinde karşımıza çıkar. Jacolliot bu kelimeyi İskandinav mitolojisindeki dokuz âlemden biri olan Asgard’dan türetmişti. Romanda Asgartha, M.Ö 10.000’lerde antik Hindistan’ın Kuzey’den gelen Aryanlar tarafından işgal edilen bir güneş kentidir (solar capital). Fakat işgalciler, Asgartha’nın kutsal yöneticileri tarafından, kentin savaşçı kastına inisiye edilir. Kelime daha sonra Saint-Yves d’Alvaydre ve Ferdinand Ossendowski’nin kitaplarında Agartha ve Agarthi olarak da kullanılır. Şambala ya da Shambhala ise Tibet Budizmi’nin Kala-Chakra (Zaman Çarkı) metinlerinde yer alan mitolojik bir şehir, bazı metinlerde de bir ülkedir. Budist ekoller arasında Şambala’nın tarihsel bağlam ve metaforik anlamı hakkında rivayet muhtelif. Zahiri, batıni ve spiritüel düzeylerde çeşitli Şambala yorumlarına rastlıyoruz. Kabaca özetlemek gerekirse: Gerçek bir şehir olduğuna da inanılıyor, ruhsal aydınlanmaya ilişkin bir alegori olduğu da ifade ediliyor. Hatta Şambala’nın “kalp çakrası”nı simgelediği ve şehrin insan vücudundaki enerji merkezlerini tasvir ettiğini öne süren yorumlar da karşımıza çıkıyor. Tüm bunlarla birlikte Şambala miti, Blavatsky, Dorjiev, Ossendowski, Rudolf Steiner ve Haushofer gibi birçok Batılı mistik ve politik okültist tarafından tahrif edilmiş ya da ondan esinlenilerek bambaşka mitler türetilmiştir. Günümüzde özellikle spiritüel çevrelerde yaygın olarak dillendirilen Agarta ve Şambala mitleri, genellikle sonradan türetilen bu fantezilerden ibarettir.
6. Livingstone, David. (2015). Transhumanism: History of a Dangerous Idea (s.204). USA: Sabilillah Publications.
7. Ayton, Mel. (2007). The Forgotten Terrorist: Sirhan Sirhan and the Assassination of Robert F. Kennedy (s.223). Virginia: Potomac Books, Inc.
8. İlk kez 1871 yılında yayımlanan The Coming Race romanında isimsiz bir anlatıcı, bir madende işlenen cinayetin tetiklediği olaylar neticesinde kendini telepatik yeteneklere, gelişmiş bir teknolojiye ve Vril denen spiritüel bir güç kaynağına sahip varlıkların yaşadığı bir yeraltı uygarlığında bulur. Kendilerine Vril-ya ırkı diyen bu meleksi varlıklar, binlerce yıl önce gerçekleşen büyük bir tufandan sonra bu karmaşık mağara ve tünel sistemleriyle birbirine bağlanan yeraltı kentlerinde yaşamaya başlamıştır. Bir ustanın rehberliğinde geliştirilen ve kontrol edilebilen, bu telekinetik Vril gücü yapıcı ve yıkıcı amaçlar için kullanılabilmektedir.  Star Wars filmlerindeki “Güç” teması, Batılı okültistlerin türettiği Agarta-Şambala mitlerinin temel olay örgüsü ve Nazilerin Vril motoru, Vril füzesi ve Vril gücüne sahip üstün insan ırkı yaratma projeleri gibi söylencelerin çıkış noktası bu romanda aranabilir.
9. Clarke, Nicholas Goodrick. (2012). Nazizmin Gizli Kökenleri: Gizli Aryan Kültleri ve Nazi İdeolojisi Üzerindeki Etkileri. (s.35). (Ali Cevat Akkoyunlu, Çev.). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.
10.  Johnson, K. Paul. (1993). The Masters Revealed: Madame Blavatsky and the Myth of the Great White Lodge (s. xi-1). Albany: State Universtiy of New York Press.
11. K. Paul Johnson’un verdiği liste ve açıklamaların bir kısmını küçük ekler yaparak aktarıyorum-yz.
12. “Letters of H.P. Blavatsky” [Elektronik Sürüm]. Blavatsky Etüt Merkezi 2004.  http://www.blavatskyarchives.com/blavle11.htm. Erişim tarihi: 21.03.2017.
13. Clarke, Nicholas Goodrick. (2012). Nazizmin Gizli Kökenleri: Gizli Aryan Kültleri ve Nazi İdeolojisi Üzerindeki Etkileri. (s.38). (Ali Cevat Akkoyunlu, Çev.). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.
14. A.g.y.
15. Hall, Manly Palmer. (1995). The Phoenix (s.122-123). Los Angeles: The Philosophical Research Society, Inc.
16. Oderberg, I.M. “H.P. Blavatsky’s Cultural Impact”. Sunrise Dergisi. Şubat/Mart 1996. http://www.theosociety.org/pasadena/sunrise/45-95-6/th-imo.htm. Erişim tarihi: 17.03.2017.
17. Pamir, Leyla. (1989). Müzikte Geniş Soluklar. (s.295). İstanbul: Ada Yayınları
18. Oderberg, I.M. “H.P. Blavatsky’s Cultural Impact”. Sunrise Dergisi. Şubat/Mart 1996.  http://www.theosociety.org/pasadena/sunrise/45-95-6/th-imo.htm. Erişim tarihi: 17.03.2017.
19. Johnson, K. Paul. (1993). The Masters Revealed: Madame Blavatsky and the Myth of the Great White Lodge (s. 215). Albany: State Universtiy of New York Press.


 Kubilayhan Yalçın