27 Kasım 2019 Çarşamba

METAFİZİK KANAL, ŞİFA KANALÍ



METAFİZİK KANAL, ŞİFA KANALÍ
Bu yazımda, ülkemizde Batı’dan biraz gecikmiş olarak popülerlik kazanan ve bir kısım uyanıkların, sayesinde kendine ayrıcalık atfettikleri “kanallık” meselesine değinelim istedim.
Öncelikle bu “kanalın” ne manaya geldiğini açıklamakla işe başlayalım.
Bizim “Kanal” elbette bir su kanalı değildir, içerisinden bir tür enerji veya bilginin aktığı bir koridor olduğu önerilmektedir. Genel kabule göre bu enerji ve bilgi nereden gelirse gelsin sonuçta bir insanın üzerinden “dile geldiği” için, yani ifade bulduğu için mutlaka ona bir insan aracılık etmektedir. Tabii insanın dışında “kanallık” yapan hayvanlar, kedi, köpek vs. canlılar ve yerler olduğu da önerilerim arasında olabilir ama bu başka bir yazı konusunu teşkil eder. Şimdi biz insanların aracılık ettiği kanallara odaklanalım.
Şayet ölü değilse, her insan bir enerji ve bilgi aktarıcısıdır. Buna göre, herhangi bir enerjiyi veya iyi-kötü bilgiyi yaymayan bir insan mevcut olamaz ve doğal olarak her insan da bir kanaldır. Yani “Ben kanalım” diye önünüzde tüylerini kabarta kabarta yürüyen bir insan görürseniz, gönül rahatlığıyla “Hey, ben de kanalım, hadi ikimizinkini yarıştıralım” diyebilirsiniz.
Kanallığın kalitesini belirleyen başlıca iki unsur vardır. Bir kanal, A noktası ile B noktasını birbirine bağlar ve bu ikisi arasındaki bir şeyin “akmasını” sağlar. Ama bu şey çıktığı A noktasından döküldüğü B noktasına kadar bir yol alır. Öncelikle çıkış noktası önemlidir yani. A noktasında pırıl pırıl bir kaynak varsa, ona göre güzel, temiz bir enerji-bilgi veya şifa akar. Eğer A noktasında bir lağım varsa da herhalde ki o kanaldan maden suyu değil, lağımın suyu akacaktır. Bu akan şeyin B noktasına varana dek geçtiği mesafedeki olası kirlenmeyi şimdilik göz ardı edecek olursak, ikinci olarak B noktasının saflık-kirlilik durumunu değerlendirmemiz gerekir. Çünkü su kaynağından olabildiğince saf bile aksa nihayetinde bir pislik çukuruna dökülebilir. Gerçi böyle pislik çukurların temiz pınarlara ulaşma şansı handiyse yoktur ve genellikle A ile B, yani çıkış ile varış noktaları birbiriyle eşdeğerdedir.
Bu demektir ki, kanalı bizler dünyada açtığımıza göre kendi saflık durumumuzun nispetinde ve bağlantıya geçtiğimiz yerin özelliğine uygun olarak bir şeylere kanallık edebiliyoruz.
Mesela bir kişi çok hissel-astral bir yapıdaysa, en sık faal olduğu alan da astral olacağı için astral enerjilere kanallık eder. Bir kişi mental, yani ağırlıklı olarak düşünsel ise, o da duygulara değil düşüncelere, fikirlere kanallık edecektir. Bazıları tamamen kendi bilinçdışının ürünlerine kanallık ederken, bir diğerleri yüksek alanlara, üst bilince kanallık etmektedir. Kanal var kanal var yani.
Peki bir bu kanalların neyin nesi olduğunu nasıl anlayacağız? Kafamız karışmadan, istismar edilmeden bu işi nasıl kotaracağız?
Bir üstadın şuna benzer çok güzel bir sözü vardı: “Eğer söylediklerin yeni değilse veya yararlı değilse, iyisi mi hiç konuşma.”
Metafizik Kanallık, uzun süreli gözlem isteyen çok iddialı bir özelliktir. Zaman içinde bu kanaldan dökülen enerjinin, bilginin veya şifanın doğruluğu ve işe yararlığı titizce incelenmelidir. Bilmece sözler veya şiirler dökmek, metafizik kanallık değildir ve bu iddiada bulunanlar bana kalırsa kendine yazar, şair veya başka bir şey demeliler. Ayrıca “kanallık ederken” bazı yakışıksız sözlerin dökülmesi durumunda bunları çöpe atıp sadece hoşa gidenleri yazıya dökmek de hiç samimi değildir.
Neticede bugün binbir kanal olduğunu görüyoruz, önemli olan kendine kanal demen değildir, yararlı ve yeni bir şey yapıp yapmadığındır.
Yıllar evvel açılan bazı enerji ve şifa kanallarının nasıl ve hangi şartlarda açıldığını bilmediğimiz için, bu uğurda nasıl taahhütler verildiğini bilmediğimiz için, kanal açanları ve ondan sonra zincirleme olarak “el alanları” tanıma şansımız olmadığı için ve ilk kanallar, yani B noktaları hayata çoktan gözlerini yumdukları için o kanallardan neyin aktığını ancak tahmin etmeye çalışabiliriz. Ayrıca onlara bağlanan, yani aracılık eden her insanın da pozitif-negatif bir katkı sağlayacağını mutlaka göz önünde bulundurmalıyız. Zira enerji asla kaybolmaz ve katıldığı akışta birikme yapar.
Konu hakkında daha fazlasını merak ederseniz, sizi “Metafizik kanal açma ve aileye aktarma” ve “Şifa kanalı” başlıklı Youtube videolarıma yönlendirebilirim. Bu videoda standart dışı yollarla ve metafizik varlıklar-güçler yardımıyla kanal açılma işleminden bahsetmiştim.

24 Ekim 2019 Perşembe

Çekim Yasası


Günümüzde, insanların talepleri hiç olmadığı kadar artmıştır. Geçtiğimiz asırda televizyonun her eve girmesiyle ve seyahat hızının artmasıyla, en ücra köşede yaşayan köylü bile refah seviyesi ileride olan toplumlardaki yaşam standartlarından haberdar oldu ve haliyle gördüklerine özendi, öykündü. Herkesin her şeyden haberdar olması, insanlar arası rekabeti artırdı, hırsı çoğalttı ve tabii rekabetin hem olumlu hem olumsuz yönleri ortaya döküldü. Böylece gelir dağılımında, eğitim ve kariyerde fırsat eşitliği sağlayan toplumlar, geri kalanlarından hızla ayrıştı ve maalesef aralarındaki makas gün geçtikçe daha da açılıyor. Şu anda dünyada 200’den fazla ülke varsa da, dünyanın bir yeri başka bir gerçekliği, bir diğeri bambaşka bir gerçekliği yaşıyor diyebiliriz. Kimileri yeryüzünde cenneti, kimileri de cehennemi deneyimliyor. Bizim ülkemiz ise arafta bir yerde duruyor…
Batı medeniyetlerini kendi pusulamız sayan bizler, batının refah kriterlerini ithal ettiğimiz kadar bilim ve eğitim tarzlarını da ithal etmiş olsaydık keşke. Fakat batıdan ithal etmesek daha iyi olurdu diyebileceğim şeyler olduğu muhakkak, ki bunların arasında bazı ruhsal öğretileri sayabiliriz. İnsanları pasifize eden, haline şükretmeleri gerekirken daha da fazlasını istemeye özendiren, ruhsal manada bile “tüketim her şeydir” sloganını yayan birtakım yaklaşımlar, gittikçe bizim toplumumuza da yayılır oldu ve geleneksel - kültürel mayamızı ciddi surette bozmaya başladı.
Minimum çabayla maksimum getiri elde etmeyi öğreten çekim yasaları, olumlamalar, pozitif düşünce telkinleri, insanların zihinlerinde basmakalıp cümlelere dönüştü. Bu kolaycı mesajların verildiği kitaplar en çok satanlar arasına girdi…
Atalarımızın kışı geçirmek için, yani sırf karnını doyurmak ve kışlık yakacağını temin edebilmek için aylarca ter döktüklerini ne çabuk unuttuk? Verilen bunca emeğe rağmen şükür diyebilen ve kazandıklarını paylaşmada gocunmayan ne güzel insanlardı onlar…
Şimdilerde değer sistemimizde ciddi bir çöküşe uğradığımız için olsa gerek, klimalı ve otoparklı, korumalı evlerde oturuyor, organik besinlerle besleniyor, eşimizin kazancıyla süslenip püsleniyoruz ve bunlar bizim doğuştan hakkımızmış gibi davranırken geldiğimiz yeri çok çabuk unutuyoruz. Bu refah da bize yetmediği içindir ki, üstüne birkaç çok satan kişisel gelişim kitabından veya birkaç saatlik seminerden öğrendiğimiz yeni çağcı öğretilere sarıyoruz. Her sabah namaz kılar gibi kalkıyoruz, belki yoga yapıyoruz, çoluğu-çocuğu okula yollayıp mis gibi kahvemizi içtikten sonra kendimizi daha da süper hissetmek için “nefes yapıyoruz”, pozitif düşünüyoruz, hatta birkaç “bilinçaltı telkin” yapıyoruz ve üstüne evrenden bir şeyler istemeye başlıyoruz.
Evrenden para istiyoruz, daha da para istiyoruz, sağlık istiyoruz, çocuğumuz için iyi bir okul istiyoruz, ev - araba istiyoruz, eş - sevgili istiyoruz vs… İstekler bir türlü bitmiyor; istiyoruz, istiyoruz, durmadan istiyoruz ve evrenin geri kalanı da bizim gibi isterse, neler olabileceğini hiç düşünmüyoruz, katiyen umursamıyoruz. Bizler yuvadaki yavru kuş misali her ağzımızı açtığımızda evren bize besin versin istiyoruz. Karşılığında bir şey vermeyi aklımıza dahi getirmiyoruz. Baba Vanga, “Çok fazla şey istemeyin, sonra bedelini ödeyemezsiniz” demişti. Biz insanlar, çekim yasasını acaba doğru mu anladık?
İnsan, bazılarının sandığının aksine sürekli almak için doğmamıştır, sürekli mutlu olmak için de doğmamıştır. İnsanın musmutlu ve sorunsuz yaşayacağı yer bu dünya değildir. Öyle bir yer varsa, o da kutsal kitaplarda adı geçen cennettir belki. Bu dünya alemi, insanın iyiyi ve kötüyü, acıyı ve tatlıyı, sevgiyi ve nefreti, varlığı ve yokluğu beraber deneyimleyeceği düalist bir düzendir. Üstelik insan bir mıknatıstır ve nasıl bir enerjiye sahipse, “evrene” veya inandığı yaratıcıya rücu ettiğinde onu çekmektedir. Belki siz para istiyorsunuz ama sizde gereğinden fazlası var ve “evren” sizi boş döndürmeyip dengeleyecek ve para vermek yerine sizden para çıkaracaktır. Belki sandığınızın aksine işiniz, sağlığınız, özel yaşamınız yeteri kadar iyidir ve fazlasını talep ederseniz, nankörlük etmiş olursunuz. Evrenin işi gücü yok, sürekli sizin isteklerinizle mi meşgul olacaktı?
Eğer yapımızın %60’ı negatif duygu ve düşüncelerden oluşuyorsa, ruhsal boyuta ulaşmayı başardığımız takdirde kurulacak koridordan o enerjinin karşılığı gelecek ve hayatımızda buna göre %60 negatif tezahürler oluşacaktır. Dolayısıyla yaratıcıya dua ettiğimizde illa ki iyi şeylerin bizi bulması söz konusu değildir. Biz nasıl biriysek, hangi enerjinin rengini taşıyorsak, yaşamımıza o yandan çekeceğimiz tezahürler de onun rengine boyanacaktır. Dolayısıyla her şeyden önce kendimizi doğru değerlendirmemiz, zaaf ve erdemlerimizi tespit etmemiz ve kapsamlı bir temizliğe girişmemiz gerekmektedir. Ki o zaman zaten “evrenden” bir şey istemenin ne kadar lüzumsuz ve saçma olduğunu kendi kendimize anlamış olacağız…
24.10.2019



ÖZGÜR İRADE ÜZERİNE


Bu haftaki yazımda, din ve felsefenin en “sıkı” tartışma götüren konularından birine değinmeye cüret edeceğim: İrade konusuna…
İnsanoğlu, kendinin “insan” olduğunu fark ettiğinden beri, ki bu epey eski ve bilinmeyen bir zamanda olmuştur, kendisini diğer canlılardan ayıran özelliklerini belirlemeye ve kendini tanımlamaya çalışmıştır. O, doğaya sıkı sıkıya bağlı, ondan doğan ve ölünce tekrar ona geri dönen biriydi, dolayısıyla doğanın iklimsel şartlarından nasibini almaktaydı. Ama öte yandan diğer pek çok canlıdan gelişkin bir adaptasyon yeteneği sergiliyor, üstü başı için giysi üretiyor, ateş yakıp yiyeceğini pişirebiliyor, ısınabiliyordu. Bunu diğer hayvanların yapamadığını gördü. Belki de kendince diğerlerinden farklıydı…
Üstelik yeteneği bununla sınırlı kalmadı. Din tarihi uzmanlarının cevap veremediği bir nedenle, bir şekilde bir gün, bildiğimiz kadarıyla tüm diğer canlılardan çok daha farklı bir özellik geliştirecekti: ölümü düşünecekti ve hayatın ölümle bitmediğine dair tuhaf bir düşünceye kapılacaktı.
Uzmanların görüşüne göre dinsel inanışlar insanlık tarihi kadar eskidir. Yani insan, kendinin insan olduğunu fark ettiğinden beri metafizik konularla ilgilenmiştir ve o gün bugündür zihni ve duyguları cevabı kesin olmayan bu tür soru ve sorunlarla meşgul olmuş, cevaplarına ulaşacağım diye adeta kendine çile çektirmiştir. İnsanın bu düşünsel eziyeti herhalde kıyamete kadar sürecektir.
En sevdiğim yazarların başında olup en derin metafizik sorunsalları olabildiğince mizahi bir dille masaya yatıran Douglas Noel Adams, ayıla bayıla bilmem kaç kez okuduğum “Otostopçunun Galaksi Rehberi” kitabında “Olasılıksızlık” makinesiyle bir anda yaratılan bir balinanın zihninin dünyaya düşerken geçen birkaç saniyede kapıldığı soruları dile getirmişti. Aslında biz insanların da, hangi ara doğup hangi ara büyüyüp öldüğümüzü anlamadığımız kısacık ömrümüzde sorduğumuz sorularla benzer sorulardı bunlar: ben kimim, neyim, niçin buradayım, özgür iradem var mı ve ‘eyvah, ya sonra bana ne olacak’”? Sonuç itibariyle balina, soruları sorup en basit cevapları bile daha bulamadan dünyaya toslayıp hayata elveda demişti. Eğer insanın bilgi üretme ve aktarma yeteneği gelişmeseydi her bir insan bu balinanın başladığı yerden başlayacak, bir önceki balinanın o kısacık zaman diliminde bulduğu cevapsal zerreciklerden bihaber olacaktı
Biz sadece kendimiz değiliz, biz bilgi üreten ve bu bilgileri nesillere aktarıp geliştirebilen insanoğluyuz. “Ben” olarak bildiğim kendimizde hem kendimizin hem de bizden önceki nesillerin bilgisi mevcuttur. Bu bilginin bir kısmı lisana dökülüp kitaplarda arşivlenmiştir, bir kısmı dans, müzik, resim, sanat eserleri ve folklora yansımıştır, bir diğer kısmı ve bence en ilginç olanı da arketipler suretindedir…
Bu kadar uzun bir girizgâh yaptıktan sonra artık İrade konusuna gelelim. İrade kavramı zaten özgürlüğü ima etmekte ve varsaymaktadır ve fakat öncelikle sormamız gereken soru, onun sadece insana has olup olmadığıdır. Dolayısıyla irade ve özgür iradenin insanda olup olmadığını sorgulamadan önce onun diğer canlılardaki mevcudiyetini araştırmamız gerekecek. Sonuçta biz gökten zembille inmedik, toprak ananın bir ürünüyüz. İnsanı hayvandan ayıran özelliklerden biri olduğu varsayılan iradenin patenti acaba gerçekten bizde midir? Ve bilgi birikimimiz bizlere bu konuda nasıl bir cevap verebilir?
Bir hayvanın özgür iradeye sahip olmadığını varsaymak doğru mudur? Mesela bir sincabın şu ağaçta değil de bu ağaçta yaşaması onun seçimi değil midir? Hangi ağaçta yuva yapacağı, hangi eşi seçeceği, hangi kalitede ve kaç fındık yiyeceği kendi seçimi midir? Yoksa her davranışı olağanüstü derecede programlanmış mıdır? Bir robot mudur o? Eğer varsa, bu robotik programın evrim ve genler aracılığıyla mı yoksa bir metafizik güç, yaratıcı tarafından mı yapıldığı konumuz açısından şimdilik önemli değildir. Ama insanın özgür iradesi sorunsalına cevap verebilmek için öncelikle hayvanlardaki özgür irade mevzusunu irdelememiz, doğru soruları sorup cevaplarını aramamız gerekmektedir.
Bu yazıyı bir okurumun muhteşem sorusu üzerine yazmaya karar verdim. Cevabını merak ettiği şey, uzun yıllardır bakımına yardım ettiği bir kedisinin özgür iradesi olup olmadığıydı ve hikayesi kısaca şöyleydi: Evleri kentsel dönüşüme giren bu kişi, taşınmak zorunda kalmıştı. Ev yıkılacağı için kediyi de götürmek istemiş, ancak onun eve ve çevresine çok bağlı olduğunu bildiği için tereddüde kapılmıştı. Düşünmüş taşınmış ve kedinin yerine karar verip onu başka bir şehre, hiç bilmediği bir çevreye taşımış, oraya uyum sağlamasını beklemişti. Yani bir nevi kedinin hayati bir meselesiyle ilgili “tanrıcılık” oynamıştı; onun için neyin iyi neyin kötü olduğuna kendisi karar vermişti. Fakat kediyi götürdüğü gibi ortalıktan kaybetmiş, hayvancık birkaç gün ortada görünmemiş ve dostumuz bunun üzerine onu yitirme korkusu ve vicdan azabı içerisinde güzel bir dua etmeyi akıl etmişti. Kediye içtenlikle seslenerek ve onun duymasını medet umarak, döndüğü takdirde onu artık gerçekleşen yıkım sayesinde harabeye dönen eski evine götürmeye söz vermiş. Aradan çok değil, sadece birkaç saat geçtikten sonra kedi evin kapısındaymış ve dostumuz sözünü tutarak onu yuva diye bildiği eski eve ve sokağa geri götürmüş.
Şimdi bu münferit olaya bakıp tabii ki teori üretmeyeceğiz. Ulaşmaya çalıştığımız nokta şudur ki, bizim hakkımızda her şeye karar veren bir yaratıcıya karşı biz hangi konumdaysak, bize karşı kedinin de aynı konumda olduğunu çıkarsayabiliriz. Kedinin yerine karar vermemiz doğru değilse, bizler hakkında her şeye karar veren yabancı ve dış bir iradenin olması da doğru sayılmayacaktır. Bu, tanrı bile olsa… Ve tersine kedinin yerine karar vermemiz, yani onun içgüdülerini ondan daha iyi okuduğumuzu zannetmemiz doğruysa, o zaman yabancı ve dış bir iradenin de bizim yerimize bir şeyleri tasarlayıp yaptırması da doğrudur…
Şu anda yeryüzünde olan tüm canlılar kendi başına hayatlarını idame ettirebilecek kadar hayatta kaldılar, milyonlarca, milyarlarca yıllık bir yaşamın ve evrimin başarılı meyveleri oldular ve zaten neyi nasıl iyi yapabileceklerini bildikleri için hala türlerini devam ettiriyorlar. Biz de onlardan biriyiz. Dolayısıyla hayati öneme sahip yanlış kararlar vermiş olsaydık, evrim zincirinden çoktan kopmuş olmalıydık. Türümüz, yeterince doğru kararlar verdiği için ve doğru kararlar verenler üzerinden devam etmiştir. Dolayısıyla doğru karar verebilen bir irade sahibi olmamız hem felsefi açıdan mantıklı hem de evrimsel açıdan doğru bir şeydir.
Fakat son bilimsel araştırmaların ışığında, bizim karar verdiğimizi sandığımız andan birkaç salise evvel, zaten beynimizin kararı komuta eden kimyasal işlevleri yerine getirdiği anlaşılmış oldu. Bu, eğer doğru okuma yaptıysam, karar mekanizmasının bilince inmeden önceki bir mikrozaman dilimi içerisinde bilinçdışında verildiği anlamına gelmektedir. Yani “Bir ben vardır bende benden içeri” önermesi sadece Yunus Emre’nin bir şiiri değildir. Belki de insanı sincaptan veya kediden nitelik farkıyla ayıracak olan da özgür irade konusunun ruhsal veya metafizik kısmıdır. Fakat bu bölümü bir sonraki yazıya bırakmayı öneriyorum.
Bu vesileyle soru ve görüşlerinizi bekliyor olacağım…
14.10.2019
Londa-İstanbul arasında, havada bir yerde..

9 Ekim 2019 Çarşamba

HADİ CİN ÇÍKARALÍM



Bugün bir gazetenin başlıkları arasında şöyle bir haber okudum ve ilk tepkimi "yine mi?" sözleriyle ortaya koydum, ağzımda buruk bir tat, kalbimde hayal kırıklığı...
Haberde çocukları olmayan bir çiftin bir cinci hoca tarafından nasıl dolandırıldığı yazıyordu. Özetle bu çift hocadan yardım istemiş, hoca da sorunun nedeninin kadının rahminde “sübyan ve tıbık cinin yerleşmesi” olduğunu söylemiş. Cini çıkarmak için sırtlarına bir oklava vurup tedavi olarak da muska yazmış. Fakat iş, şikâyet sebebiyle adliyeye varmış ve hâkim, çifti haklı bularak “dini inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık” suçundan cezayı basmış.
Bildiğiniz gibi bu “cin çıkarma” dolandırıcılığı münferit bir vaka değildir ve gayet düzenli olarak “pratik edilmekte”, bir kısmı basına yansımaktadır. Mesela şöyle haberlere artık hemen her gün rastlayabilir olduk:
-Sivas’ta define bulma, cin çıkarma, sıkıntıları giderme, şifa verme bahanesiyle 6 kişiyi toplam 700 bin lira dolandıran 2 şüpheli göz altına alındı…
-Kartal'da çocuğu olmayan kadınlara muska yazdığı ve cin çıkarma vaadiyle dolandırdığı öne sürülen sahte hoca yakalandı. Sahte hocanın evine yoğunluktan dolayı “sıramatik” koyduğu belirlendi…
-Yeni bir şarlatanlık... Elektroşok cihazı ile “cin çıkarma” seansı: Sosyal medyada paylaşılan bir görüntüde cin çıkarma ayini yaptığını iddia eden şahıs, elektroşok cihazı ile elektrik verdiği kişiden cin çıkardığını iddia ediyor…
-Toplu bir delilik hali: Uydu üzerinden doğaüstü olaylarla ilgili yayın yapan bir televizyon kanalında cin çıkarma rezaleti… “Kent ve yaşam” isimli programında canlı yayında “cin çağırma seansı” yapıldı…Sonrasında ise bu rezil görüntüler ortaya çıktı…
-Dolandırıcıların yeni numarası: Büyü, cin. Dolandırıcılar “yaratıcılıkta” sınır tanımıyor! İstanbul’da bir çete kurbanlarını “cin” bahanesiyle kandırırken başka çete “büyü bozmak” vaadiyle 4 kişiyi dolandırdı…
-Cin çıkarma bahanesiyle tecavüz: Sende ölüm büyüsü var yalanıyla yüksek miktarda para karşılığı sözde “cin çıkarma” seansları düzenleyen ve mağdurlardan bazılarına cinsel saldırıda bulunduğu öne sürülen karı-kocanın tutuklu yargılandığı davada, firari sanık hakkında kırmızı bülten kararı çıkarıldı…
***
Sahte hocaların, insanların batıl inançlarını kullanmak suretiyle istismar ettiği vakalar aşırı yaygın olmakla birlikte, şikâyet etme cesareti bulunanlar bunların ancak küçük bir kısmıdır. Bu türden istismara ve şarlatanlığa maruz kalan kişilerin büyük bir kısmı bazı özel sebeplerle meselenin üzerini kapatmakta ve bir bardak soğuk su içmeyi yeğlemektedir. Hacı-hocalara başvurmaya iten sebepler, çoğunlukla olayın adli makamlara yansımasını da önlemektedir. Kaldı ki birçok vakada kişi dolandırıldığını bile anlamamaktadır. Çünkü ortada hacı-hocanın koyabileceği somut bir delil yoktur ve ayrıca cinin çıkarıldığına dair kişiye telkin edilmekte, bazen meselenin uzaması ve etrafa yayılmasından korkulmakta, bazen de hocanın kendisinden korkulmaktadır. Kabul edelim ki bu hocalardan bazılarının acayip orijinal yöntemleri var; sözel ve fiziksel taciz, uluhiyete bürünme, şantaj da bunlara dahildir…
Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Mahmut Şahin, hukukçulardan oluşan yönetim kurulu üyeleri ile birlikte bir basın toplantısı yaparken kullanılan dolandırıcılık yöntemleri hakkında bilgi verdiğinde, bu soruna parmak basmıştı. Sosyal medya başta olmak üzere görsel ve yazılı medyada bile reklam ve tanıtımı yapılan yaygın dolandırıcılık yöntemlerini sıralarken cin çıkarmanın ve jigololuğun altını çizerek, bu yöntemlerin yaygınlaştığını çünkü insanların dolandırıldıklarını söylemekte utandıklarını anlatmıştı. Şahin, “Bazı konularda tüketici dolandırıldığının farkına bile varmıyor. Bazılarında farkına varıp şikayetçi oluyor. Ama bazı konularda dolandırıldığını bilse bile şikayetçi olmuyor veya olamıyor ki, en sıkıntılısı ve mağdur sayısı belli olmayan yöntem de maalesef budur.” demişti.
“Jigololuk, çok fazla kişinin dolandırıldığı ama şikayetçi olamadığı bir dolandırıcılık yöntemi. ‘Ayda 5 bin TL kazanmak ve dul bayanlarla birlikte olmak ister misin?’ reklamıyla başlayıp, kayıt için hatırı sayılır bir para alınıp, bir daha da irtibat kurulamıyor. Kimse de afişe olmamak için şikâyetçi olmuyor. Cin çıkarma da, maalesef şikayet edilmeyen veya edilemeyen başka bir dolandırıcılık yöntemi. Din kullanılarak dolandırıcılık yapılıyormuş gibi gözükse de, din konusunda yeterli bilgisi olmayanların düştüğü bir tuzak. Burada hem maddi hem de cinsel istismar söz konusu.”
Tabii ki bu kadar çok sahtekarın ortaya çıkması toplumun genel yapısıyla ilgilidir ve bunu besleyen koşullar mevcuttur.
İlk olarak akılcı, sorgulayan ve mantıksal düzlemde düşünebilen bir eğitim sistemimiz hala yok diyebiliriz. Bu sorun toplum yaşamının tüm alanlarını kapsamakta ve metafizik ile ruhsal konular da bundan nasibini almaktadır. Bilimsel ve kanıta dayanan meselelerde bile bilimdışı düşünebilen onca insan varken, mesela gözünün gördüğünün aksine hala dünyanın düz olduğunu şiddetle savunan bir kitle varken, gözle görünmeyen ve elle tutulmayan ruhsal – metafizik konularda insanların kendinden bilgili ve yetenekli olarak gördükleri “hacı-hocalara” bir çırpıda inanmaları ve güvenmeleri olağan kabul edilmelidir. Bu durumu daha da zorlaştıran ve gelecek yıllarda çözüleceğine dair inancımı azaltan şey ise insanların dogmatik inançlarıdır. Çünkü insanlar bu mevzuları bilmeyebilir, bu normal karşılanır; ama öğrenme yolunu kapatmaları iyi değildir ve neticeleri tıpkı yukarıda başlıklarını verdiğimiz haberler gibi ortadadır…
Metafizik dogma, insana ne öğretildiyse ona koşulsuz şartsız biat etmesini sağlar. Eğer bir çocuğa cinlerin var olduğunu ve insanların hemen tüm işlerini bozabileceklerini ama gözle görülmediklerini ve sadece bazı hacı-hocaların onları görüp uzaklaştırabileceğini söylerseniz ve ayrıca korkutursanız, cinlere ve diğer metafizik varlıklara inancı dini ön kabul olarak dayatırsanız, bu kişinin ilk ciddi psikolojik sorununda bu cinlerden şüphelenmesinin, bilimsel tanı ve tedavi yöntemlerine sırt çevirmesinin ve neticede böyle rezil-rüsva olmasının da yolunu açarsınız. Bugün bu cin olur, yarın başka bir şey olur, uzaylı olur, reptilyan olur hatta “dış düşman” olur. Neticede akılcılık terk edilmiş ve görünmeyen bir dünyaya ait olgulara şartsız inanılması sağlanmış, herhangi bir olayda bireysel sorumluluk alma yolu terk edilmiş ve hep böyle “dış tesirlere”, gizli düşmanlara bağlanır olmuştur. Böylece insan sağlıksız bir zihin ve ruh haline sahip olarak doğru-düzgün düşünemez olmuş ve bir kısır döngüye girmiştir. Bu zaafları kullanacak bir sürü sahtekar da avını beklemektedir.
Kesinlikle bilinmesi gereken bir diğer husus da, insanların bir kısmının bu sözde cinleri hakikaten bazen duyumsamakta olduklarıdır. Ki ben de buna defalarca şahit olmuş birisiyim.
Kişinin, küçük yaşta travmatik bir deneyim yaşadığını farz edelim. Örneğin bir tacize maruz kaldı ve fakat bu tacizin yarattığı korku, suçluluk gibi olası olumsuz duygularla başa çıkamayıp olayı hem kendinden hem de yakınlarından gizledi diyelim. Bilinçdışında baskıladığı bu hatıra, ilk başlarda olmasa bile yaşının ilerlemesiyle birlikte taşınamaz bir yük gibi hissedilecek ve söz konusu anı, görsel bazı şekillere bürünerek kişiyi çoğunlukla rüyalarında huzursuz etmeye başlayacaktır. Bazen bu bir karabasana dönüşecek, bazense şekli kayık insan veya grotesk bazı varlıkların sureti ve sesi olarak kendisini uykularında takip edecek, bazen nefesini kesecek, bazense tacizini yenileyecektir. Artık o kişi bu travmayı daha fazla üstlenemez haldedir, bilinçdışında daha fazla örtbas edemez durumdadır ve kendisine musallat edilen bu sözde “cinleri” de kendisinin acilen bir yardıma ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Fakat çocukken cinlere inandırıldığı için ruhsal sorunlarının olma olasılığı yerine cinler tarafından tasalluta uğradığını düşünecek ve gittiği hacı-hoca da bunu onaylayacaktır tabii. Neticede cinin çıkarılma seansı sırasında daha da fazla ürkütülecek ve sorunu içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
Bu alana yıllarımı veren bir araştırmacı olarak böylesi çok fazla vakayı inceleme şansı bulduğumu söyleyebilirim. Cinlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyen hiç kimsede bugüne değin bir travma veya kompleksten, ender olarak da zihinsel sorunlardan fazlasına rastlamadık. Travmanın açığa çıkması, sorunun teşhisi olarak tedavinin de yarısıdır. Diğer yarısı ise alanın uzmanlarına, psikologlara, psikiyatrlara bırakılmalıdır diye düşünüyorum.


Born End, İngiltere 09.10.2019

3 Ekim 2019 Perşembe


CADILAR KUYUSU


Hem geçmişte hem de bugün diğerlerinden farklı yetenekler gösteren, sıra dışı özellikler sergileyen insanlar olmuştur ve gelecekte de olmaya devam edecektir. Bu kişiler bilim insanı veya sanatçı, yazar, müzisyen, ressam veya hatta bir politikacı olabilir. Özgün düşünce ve yaratıcılık tarzlarıyla toplumu şekillendiren, yeni akımlara neden olan itici birer güç halini alan kişilerdir bunlar. Bunun yanında sıra dışı bazı özellik ve güçleriyle öne çıkan mistikler, şifacılar, kahinler ve ruhsal önderler de olmuştur. Bunlar ortalama bir insanın sahip olamadığı bazı yeteneklerle doğan veya geliştiren insanlardır. Beş duyuya sığmayan algı ve yetenekleriyle örneğin, “gaipten” haber verirler, geleceğe dair vizyonlar alırlar, ruhlarla, ölülerle ve hayvanlarla konuşurlar, tıbbi otoritelerin açıklayamadığı bir şekilde insanları iyileştirirler ve daha birçok psişik özellik gösterirler. Bu kişiler geçmişte kabilenin şamanı veya büyücüsü, kâhini, bilgesi veya şifacısıydı ve toplumda çok saygın yerleri vardı. Sözlerine itimat edilir, bilgeliğine güvenilirdi. Bugün hala bu isimler kullanılmakla beraber gerçek yeteneğe sahip olanlar daha arka planda kalıyor ve bu özel unvanlar maalesef daha çok birer pazarlama aracı veya etiket olarak kullanılıyor. Bu ikisini birbiriyle karıştırmamak ve gerçek yeteneklerin hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum.
İnsan her zaman gizemli şeylerin peşinde koşmayı sever, bu onun doğasında vardır. Meraklıdır, bilmediğine karşı ilgi duyar ve öğrenmek ister. Fakat söz konusu alan fizikötesi alem olunca, birçok kişi az çok korkuya kapılır, bu da normaldir. İnsan bilmediğinden korkar ve bazen kendine açıklayamadığı bir şekilde psişik türden bilgiler edinen sıradan bir falcı bile onun ödünü koparmayı başarabilir. Eskiler bu tür insanlardan çekinseler dahi insanın ruhsal yeteneklerini daha doğal kabul ederlerdi. Bugünün rasyonel ve seküler insanı ise maneviyattan epey uzaklaşmış, gözünün görmediği ve kulağının işitmediği olguları inkâr etmeyi seçmiş ama yine de onları ortadan kaldıramamıştır…
Hangi kıtaya, hangi topluma giderseniz gidin modern tıp gelişene kadar insanları sadece hazırladıkları bazı karışımlar ve iksirler ile veya sadece elleriyle ve dualarıyla iyileştiren özel insanlar olduğunu göreceksiniz. Bunlar genelde sahip oldukları yetenek ve bilgilerini ailelerinden miras almış kadınlardır. Asırlar boyunca kendini insanları iyileştirmeye adamış bu eli öpülesi kadınlar maalesef ki dini baskılardan en çok zarar görmüş kişilerden oldular. Dini otoriteler bu özel güçleri kendi tekellerine almayı istediler. Hristiyan Kilise tüm mucizeleri sadece kendine mal etmeye çalıştı, tüm dini ayinler için sadece kendi dini görevlilerini yetkin kıldı ve halk şifacılığı da bundan nasibini aldı. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde doğuştan yetenekli kadınlar, şifacı ve otacılar kötü güçlerle çalışan cadılar olarak ilan edildiler ve takibe alındılar. Engizisyon (Katolik Kilise’ye bağlı ceza mahkemesi) da bu işe el atınca Hristiyan Avrupa’sında bir dönem tam bir kıyım gerçekleştiğini görüyoruz.

Bu kıyımın en büyük ölçekte yaşandığı yerlerden biri İskoçya topraklarıdır. İskoçya Kralı VI. James, bu yeteneklere sahip olanların şeytana taptığına ve şeytan tarafından lekelendiğine inanıyordu. Sonuç olarak 17. Ve 18. Asırlarda 4.000’den fazla kişi hiçbir kanıta gerek duyulmadan tutuklandı, idam edildi ve bunların çoğu da kadındı. Uygun bir cenaze töreni yapılmadı ve öldürülenlerin kalıntıları genellikle oldukları yerde bırakıldı. Son asma 1728’de gerçekleştirildi. Katliamın ilk başlarında halka ibret olsun diye toplanan “cadılar” ortalık bir yerde yakılıyordu. 17. Asrın sonuna gelindiğinde yakmak yerine rutin olarak onları asmaya başladılar.
O devrin akıldışı şeytan korkusu yüzünden herkes kara büyü yapmakla suçlanabilirdi. Öldürülenler ekseriyetle otacılar ve akıl sağlığı bozuk insanlardı. Bazen de şüpheliler masumiyetlerini ispat etmek için elleri kolları bağlanarak göle atılırdı. Eğer boğulmazlarsa onları şeytanın koruduğu iddia edildi, itirafa zorlamak için işkencelerden geçirildi ve sonuç itibariyle yine ölüme gönderildi.
İskoçya’nın merkez şehri Edinburgh’a yolunuz düşerse Witches’ Well’i (Cadılar Kuyusu) mutlaka ziyaret etmelisiniz. Bu dökme demir çeşme, 1894 yılında hayırsever Sir Patrick Geddes tarafından 1500 ile 1600 yıllarında yakılan 300 civarında kadının anısına yapılmıştır. Anıtın üstündeki plakta ilgi çekici bir bronz rölyef seçilir. Yüksükotu bitkisinin (Foxglove) içinden çıkan bir yılan, tıp tanrısı Aesculapius’un ve şifa tanrıçası olan kızı Hygeia’nın başı etrafında dolanır. Yılan, düalizmin en bilindik sembollerden biridir ve iyilik ile kötülük arasındaki dengeye atıf yapar. Şifalı bitki de zaten doza bağlı olarak şifa verebilir ya da zehirli olabilir. Buna göre aynı şekilde insan ruhsal güçlerini şifa ve bilgelik için veya zehir ve kötülük için kullanabilmektedir. Anıt eserin sağ ve sol yanına gözümüzü çevirirsek bu anlatımı tamamlayan iki öğe olduğunu göreceğiz. Sağ yanda şifa veren elleri temsil eden bir kâseyi tutan çift bir el tasviri, sol tarafta ise kötülük eden çatık nazar gözlerinin betimlemesi göze çarpar.
Neticede dünyadaki her şeyin olduğu gibi ruhsal güçlerin de pozitif ve negatif yönleri vardır ama iyilik mi kötülük mü edeceğimiz bize kalmıştır. İskoçya’da öldürülenler ise ye yazık ki yanlış anlaşılmış ve sadece iyilik ve şifa yönünde çalışmış olan masum insanlardı…
Edinburgh, 02.10.2019
Körfez Tv'de yayınlanan "Ruhun Çay Saati" isimli yazı dizisinden

İNZİVA


İNZİVA
Sevgili okurlar, bu benim ilk köşe yazım olduğu için öncelikle biraz kendimden bahsetmeyi isterim. Yaklaşık on beş senedir metafizik, parapsikoloji, ruhçuluk, içrek öğretiler alanında araştırmalar ve deneysel-gözlemsel çalışmalar yürütmekteyim. Bu alanda yayınlanmış makalelerim, kitaplarım, videolarım bulunmaktadır. Bunun yanında, aynı alanda yerli ve yabancı eserleri ülkemize kazandırmak amacıyla Mavi Kalem Yayınevi isminde kurduğum bir de yayınevimiz vardır.
Türkiye’ye 15 yaşında gelmiş ve Türkçe dilini burada öğrenmiş biri olarak farklı kültürlerin, inançların, görüşlerin ve yaşam tarzlarının varlığını ve birey ile toplum üzerindeki etkisini erken yaşta gözlemlemeye başlamıştım. İnsanın doğduğu coğrafya, fikir ve inançları üzerinde belirleyici roldedir. Yeryüzünde bin bir gelenek ve inanç türü ortaya çıkmış ama hepsinin de özünde insanın kendi ruhsal kökenini araması yatar. Bizler sadece et ve kemikten ibaret insanlar değiliz. Fiziksel ihtiyaçlarımızdan çok daha fazla yer tutan ruhsal ihtiyaçlarımız vardır. Bu ruhsal ihtiyaçlarımızı karşılamak için doğal olarak ruhsal arayışa gireriz ve ruhsal öğretilere meyleder, dini inanışları araştırırız. Ayrıca insan sayısı kadar dini inanış vardır denebilir çünkü her insan kendi penceresinden bakar, verilen bilgileri zihinsel süzgecinden geçirir ve kendi özel yorumunu yapar ve bu çok da güzel bir şeydir.
İnsanın bu ruhsal ihtiyacının çok yoğunlaştığı bazı dönüm noktaları söz konusudur. Bu bazen kişinin yaşıyla ilgilidir, mesela insan orta yaşa geldiğinde, kariyerinde belli bir yere ulaşıp aile hayatını da düzene oturttuğunda bir iç tepi olarak maneviyata yönelebilir. Çünkü hayatın maddi, görünür ve fiziki tarafını yeterince görmüş, deneyimlemiş ve az buçuk tanımıştır; bu artık ona yetmemektedir ve hayatın görünmez – metafizik tarafını merak etmeye başlamıştır. Bu, insanın doğal büyüme sürecidir. Fakat bazen de bu manevi arayışa yol açan şey, hayatın olağan akışını sarsan ve yön değiştirten beklenmedik bir olay, örneğin göç, ailede bir kayıp, depresyon, boşanma, iflas, kaza veya hastalık gibi istenmedik olaylardır.
Bizler, bir ruhumuzun olduğunu fark etmek için illa ki onun acı deneyimlerden geçmesini beklemek ve ancak onun ıstırabı dolayısıyla metafiziğe ilgi duymak zorunda değiliz. Kendimizi ruhsal bakımdan geliştirmek için yapabileceğimiz birçok şey ve gidebileceğimiz bir çok yol var.
En basitinden belli bir süre için işimizi gücümüzü ayarlayıp bir inzivaya çekilebiliriz. Fakat söz konusu inziva, bolca reklamı yapılan ve gruplar halinde gidilen “inziva kampları” gibi bir şey değildir. İnziva kamplarında insanlar yaşadıkları bir sosyal ortamdan başka bir sosyal ortama geçerler ve üstelik tek başına değillerdir. Ayak basmamış, balta girmemiş bir ormana bile gitseler grup halinde oldukları sürece toplumsal etkileşim devam etmektedir, grup liderinin veya organizatörün koyduğu bir programa uyulmaktadır ve dolayısıyla amacın dışına sapılmaktadır. İnziva, Arapça kökenli bir kelime olup “bir köşeye çekilme, yalnızlaşma” anlamına gelmektedir ama baktığımızda modern inzivalar daha da çok sosyal olunacak, yeni dostluklar kurulacak faaliyetler olarak pazarlanmaktadır.
Hemen tüm kültürlerde ve geleneklerde yeri olan inziva geleneği çok kadim bir geçmişe sahiptir. Daha atalarımız kabileler halinde yaşarken tasarlanmış olan erginleme ayinlerinin önemli bir parçasıydı inziva. Çocukları yaşama hazırlamak, temel becerileri öğretmek ve yetişkin birer bireye dönüştürmek anlamına gelen erginleme törenlerinde adaylar ailelerinden ve kabilelerinden bazen bir yılı aşan süreler için ayrılırlardı. Bu inziva – ki zaviye kelimesi de oradan türemiştir – süreci içinde çocuklar yaşadıkları topluluğun dinsel inanışlarını öğrenirler, köken mitleriyle tanışırlar, çeşitli cesaret sınavlarından geçirilirler ve aydınlanmış, büyümüş olarak ailelerine geri dönerlerdi.
Ayrıca yetişkin insanların kendi ruhuyla, yaratıcıyla ve maneviyatıyla buluşmak üzere tek başına çıktıkları uzun uzun seyahatler de vardır ki bu tür insanları biz keşiş olarak tanımlıyoruz.
Üçüncü bir inziva türü ise çilekeşliği, çileciliği veya diğer bir ismiyle asketik yaşamı kapsamaktadır. İçsel benliğine ve yaratıcısına ulaşmak için bu defa kişi belli bir süre hayattan tamamen elini eteğini çekip gönüllü olarak birtakım bedensel, zihinsel ve ruhsal ibadetlere, riyazet ve tapas uygulamalarına kendini adar ve bu ıstırap sürecinin sonucunda aydınlanmayı umar.
Biz, modern yaşama uyum sağlamaya çalışan insanlar, eski geleneklere ait bu uygulamaları yapmakta zorlanırız ve daha pratik, çağımıza daha uygun yol ve yöntemler ararız. Bizim ihtiyacımız olan şey, kalabalık bir ortamda bile olsak belli bir süre için tanıdığımız insanlardan uzakta, yalnız başımıza vakit geçirmemizdir. Bunun için mesela başka bir şehre, başka bir ülkeye gidebiliriz, telefon, televizyon ve internete erişimimizi en aza indirgeyebiliriz. Bu esnada yakın çevremizden uzaklaştığımız için üzerimizdeki yaptırımı azalır, bizi şekillendirme gücü de azalır ve gerçekte kim olduğumuzu düşünme ve anlama sürecine girebiliriz. Bana kalırsa her insan yılda en az bir defa birkaç günlüğüne bu ruhsal arınmayı yapmalı, benliğini dış etkilerden, dış düşünce ve dayatmalardan temizlemeye çalışmalıdır. Ben acaba ne kadar kendimim, kendimden ne kadar uzaklaşmışım ve ne kadar başkaları olmuşum sorularını cevaplamaya çalışmalıdır.  İnsanın, yanında seveceği birkaç kitap veya mecmua beraberinde, doğada veya müzelerde, kütüphanelerde veya sanat galerilerinde, ama mutlaka yabancı bir yerde ve sadece kendi sevdiği etkinlikleri planlayarak kendine ayıracağı bu özel zamanın tadından geçilmez. Ben de bu satırları yazarken zaten böyle bir inziva sürecinin içerisindeyim…
Renan Seçkin
Londra, 25.09.2019

Körfez Tv'de yayınlanan "Ruhun Çay Saati" isimli köşe yazısı

6 Eylül 2019 Cuma

Kutsal Yerlerin İstismarı

göbeklitepe kalabalık ile ilgili görsel sonucu
Birkaç zamandır içim ezilerek tanık olduğum bir istismar hadisesine değinmek istiyorum. Malum, ülkemizde her şey istismar edilmektedir. Çocuk istismarı, kadın istismarı, işçi-emekçinin istismarı, hayvanların istismarı, doğanın, toprağın, madenin, denizlerin istismarı.. E tabii kutsal yerler, mabetler, türbeler de bundan nasibini almayacak değildi..
İnsanoğlu kendinin ölümlü olduğunu anladığı andan itibaren hayatına bir anlam yükleme çabasına girmiştir. İlk dinsel uyanışlar, farkındalıklar rüya ve vizyonlarda meydana gelmiş ve insanın zihninde bir tür tanrısal olgu, algı ve düşünce gelişmeye başlamış, ilk başlarda oldukça masum ve basit olan bu pagan - panteist görüşler asırlar geçtikçe gelişmiş, yeni yorumlar getirilmiş, sistematik hale getirilmiş ve en nihayetinde çok tanrılı özgür inançlar tek tanrılı dogmatik inançları üretmiştir. Fakat bu inanç evrimi asla birbirinden kopuk olmamıştır. Bir dini inancın geçmişinde mutlaka kendi bir atası vardır ve bu yüzden yoktan türeyen bir dinin olmadığı aşikardır. Bugün yeryüzünde var olan tüm dini inançların izleğini tarihte bulabiliyoruz, ilk dinsel uyanış hariç...
Ülkemiz toprakları da bu konuda nasibini almıştır. Trakya'dan Ege'ye, Akdeniz'den Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya her yer tarih ve inanç tarihi eserleriyle kaynıyor. Kıskanılası ülkemiz adeta bir tapınaklar cenneti. Üstelik son yıllarda bunlara Göbeklitepe de eklendi. Ben özellikle tapınaklara ayrı bir yer-değer veriyorum çünkü kuruluş amaçlarının ve niyetlerinin kutsiyeti yüzünden onlara çok saygı duyuyorum. Çoğu mabedin kendinden önceki bir mabedin yerinde ve kalıntıları üzerinde yapıldığı biliniyor. Bir mabedin yeri asla öylesine seçilmez ki orada mutlaka belli başlı unsurların olması gerekiyor. Düşünün asırlar ve hatta binyıllar öncesinin şartlarında insanlar binbir emek vererek, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, genelde dağlık tepeliklerde bir sürü emek verdiler, yılların belirli günlerinde binbir hazırlık ve arınma çalışmalarından sonra kutsal ayinlerini gerçekleştirdiler. Bugün o basıp geçtiğimiz yerde gözyaşı döktüler, kurbanlar adadılar, kanlarıyla o taşı toprağı suladılar. Peki bugün biz orada neler yapıyoruz, olaya yaklaşımımız tarihe ve söz konusu tapınağa saygımızı ne derece yansıtıyor?
Göbeklitepe'yi örnek verelim. Yeni çağcı, Ufocu, Anunnakici, sözde şifacı bir sürü tip alana doluştu ve herkes orada bir hak iddia ediyordu. Kimilerine göre burası mutlaka Anunnakilerin laboratuvarı olmalıydı, kimilerine göre ise Sirius-Orion misyonunun bir devamı.. Bir diğerleri kozmik şifanın oradan aktığını savundu vs. Gerçek kimsenin umurunda değil... Gerçek bize uymuyorsa biz kendimize uyan bir yenisini yaratırız vs...
Bosna'da bu olayın başka bir trajikomedi almış şekline tanık olduk. Malum Bosna'da piramit diye pazarlanan tamamen doğal oluşum olan birkaç tepe var ve bunların çok daha iyisini ülkemizde bulabilirsiniz.. Bu tepeleri bir iş insanı kiralamış ve gönüllüler tutup, üstüne onlardan para alıp içlerinde tüneller kazdırmış. Bileti yanlış hatırlamıyorsam 10 Evro olan bu Ravne tünellerini şahsen gidip yerinde gözlemledik. Tarih adına hiç bir şey olmayan bu yerde söz konusu iş insanı resmen sıfırdan bir inanç yaratıyor. Belki bundan 5 bin yıl sonra insanlar bu yerleri dolaşıp eski insanların orada neler yaptıklarına dair teoriler üreteceklerdir ama şu anda birilerini zengin etmekten ve Bosna halkına döviz kazandırmaktan başka bir değeri yoktur.
Kimbilir, bu Bosna tiyatrosunu duyduğundandır belki, İzmir taraflarında bir "Can" da kendi türbesini ve dilek kuyusunu kurmaya başladı. Olaya inanmaz gözlerle bakıyorum ve nereye evrileceğini çok merak ediyorum. Adam araziyi kiralıyor, içinde kuyular kazdırıyor ve bunların insanlara şifa verdiğini, çünkü orada bilmemne gezegeninden bir enerji geldiğini savunuyor. O savunuyor da insanlar buna nasıl inanabiliyor, gerçekten hayret ediyorum..
Yani adamcağız türbesini, mabedini, kuyusunu hiç kimseyle paylaşmak istemiyor; kimse ortak çıkmasın diye tam zamanlı kendi kuyusunu kazıyor..
Bazen keşke arkamda bir ekip olsa da Uğur Dündar gibi yollara çıksam diyorum. Var mı destek çıkan?

28 Temmuz 2019 Pazar

HACÍ BEKTAŞ VELİ – GÖREME GEZİSİ VE İŞARETLER



Son dönem Alevi-Bektaşi öğretileninin ezoterik ve majik yönüyle ilgili ön araştırmalar yapmakta olduğumu duyan bir dostum Cem evlerinin Hacı Bektaş Veli’ye gezi ve ritüel içerikli organizasyonlar yaptıklarını ve istersem beni de refere edeceğini söylemişti. “Olabilir, yerinde görmek ve bir ayine katılmak güzel olur diye cevap verdiğimde” Hacı Bektaş’ın Kapadokya bölgesine yakın olduğunu ve oraya gitmişken mutlaka uğranması gerektiğini de eklemişti. Tam bu cümleleri ettiği sırada salondan mutfağa geçip bir sade soda almak için buzdolabının kapağını açtım. Kapağı kapar kapamaz bir manyet yere düştü. Enteresandır, manyet kırılmadı ve sadece mıknatısı yerinden çıkmıştı, onu aradıysam da bulamadım. Bu, kızımın birkaç sene evvel Kapadokya’dan bana getirdiği hediyeydi. Bir sürü başka manyet varken bunun düşmesi, tam da konu üzerine düşmesi, zarar görmemesi ve mıknatısının kopmuş olması tuhaftı; bunu bir “işaret” olarak kabul ettim ve hemen arkadaşa geziye gitmeyi kesinlikle istediğimi söyledim. Ne de olsa ben bir “işaret avcısı” idim.
Şimdi gelelim orada neler olduğuna…
Ataşehir Cem evi grubuyla birlikte 27 Temmuz 2019’da sabah ilk vardığımızda Beştaş denen bir yere gittik. Beştaş, Hacı Bektaş kasabasının az dışında bulunan küçük bir toprak alanın üzerindeki beş megalitten oluşmaktaydı. Bunların dördü yan yana muntazam bir yarı çember benzeri bir şekil oluşturuyordu, beşincisi ise baş parmağın diğer parmaklardan ayrılmasına benzer bir şekilde diğerlerinden ayrık ve az daha aşağıda yer alıyordu. Bu taşlarla ilgili eski bir halk söylencesi vardı. Hacı Bektaş Veli hayatta iken, bu taşların konuştuğu ve şahitlik yaptığı anlatılmaktaymış. Vilayetnamede yer alan söylence şöyledir: "O zaman otlaktaki sığırlara, köyden her gün bir kişi nöbetle bakarmış. İdris Hoca'nın otlaktaki sığırlara bakma sırası geldiği bir gün önemli bir işi çıkmış. Hacı Bektaş Veli hayvanlara bakma işini üstlenmiş. Hayvanlar otlayarak Mucur istikametine doğru yayılırlarken, İdris'in kardeşi Sarı kendi öküzlerini getirip bunlara katmış. Hacı Bektaş Veli de "ben bunları görüp, gözetemem, bir zarar gelirse karışmam" demiş. Sarı dinlememiş, bırakmakta ısrar etmiş. Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli, çevredeki beş tane büyük taşa hitaben "Siz tanık olun, Hacet vaktında şehadet edersiniz" demiş. Sarı'nın öküzlerini kurt parçalamış. İş Kadı'ya düşmüş. Hacı Bektaş Veli, beş tane şahidim var demiş. Onları otlak yerine götürüp, taşlara seslenince hepsi yuvarlana yuvarlana huzura gelmiş ve tanıklık etmişler."
Tabii günümüzde taşların dile geldiğine inanmak yerine daha mantıklı açkıklamalar arıyoruz ve bu taşların pagan kökenli kadim bir ritüelin uygulanmasında yer aldıklarını öneriyoruz. Çünkü yerel halk bir söylenceyi asla uydurmaz; fakat ritüelin çıkış noktası, yani kökeni unutulmuş ve sonradan kabul gören inançlarla uyumlu hale getirilmiş olabilir.
Beştaş’ın ardından arkadaşımla gruptan ayrılıp At Kaya’ya gittik. Bu, Hacı Bektaş Veli'nin, üzerine çıkıp, at gibi yürüttüğü söylenilen kayadır. Onun hemen yakınında ise halk topraktan taş mercimek ve buğday çıkarmaktaymış, bu tohumları da bizzat Hacı Bektaş Veli’nin taşa dönüştürdüğü rivayet edilmekteydi.
Oradan da Göreme’ye ve ardından akşam üstü gün batımına doğru Deliklitaş’a geçtik. Açıkçası bölgede bol bol kutsal taş vardı ve onlara dair birçok söylence dolaşmaktaydı.
Vakti zamanında Hacı Bektaş Veli’nin çilehane olarak kullandığı, yani kendini dış dünyaya kapayıp iç dünyasına döndüğü, derin meditasyona daldığı Deliklitaş, şehrin hemen dışında en yüksek tepelikteydi. Yürüyerek oraya çıkarken, ilginç bir ritüelle daha karşılaşacağımı tahmin ediyordum çünkü bu tarz yerler, yani tepeler ve zirveler, eskilerin Tanrı’ya yaklaşmak için seçtikleri ayin yerleriydi. Ne de olsa Tanrı “göklerde” aranmalıydı ve göğe en yakın yer dağlar, tepelerdi, ki oraya ulaşmak mutlaka zor olmalı, çaba gerektirmeliydi.
Biz de yürüye yürüye tepeye vardığımızda önümüzde şahane bir manzara belirdi. Bir tarafta şehir, diğer tarafta Hırkadağ yatıyordu. Hırkadağ özellikle çok önemliydi ama onu birazdan anlatacağım.
Her ne kadar Deliklitaş’ın oyuğunun Hacı Bektaş’ın yumruğu ile  meydana geldiği rivayet edilse de bana kalırsa o enteresan bir doğal yapıydı. İçi oyuktu, soldan giren insanlar sağ yandaki küçük aralıktan dışarı çıkıyorlardı. Sanki evvelden taşın içinde bir şey vardı da, taş onu kaplamıştı ve sonra içteki yok olmuştu ve sadece bir kapak veya çatı vazifesi gören taşı kalmıştı. Deliklitaş, kadim dünyanın iki büyük ve en yaygın ritüelinden birine ev sahipliği yapıyordu: ikinci doğum ritüeline. İnsanoğlu, “ölmeden önce ölmek”, “ikinci kez doğmak”, “ruhsal olarak doğmak” için böyle bir ayin tertiplemişti. Bu ritüel hem halk nezdinde aleni hem de ezoterik ve okült cemiyetlerde gizli olarak çeşitli varyasyonlarda halen yapılmaktadır. Özetle bu taş yapı bir kutsal Mağara ve Rahim vazifesi görüyordu. Mağaraya giren insan ölü kabul ediliyor, orada ateş elementiyle arınıyor, şifalanıyor, günahlarını temizliyor ve sonra delikten çıkmak suretiyle mağara-rahmi terk ederken ikinci kez ve bu defa ruhsal olarak doğuyordu. Fakat Deliklitaş’taki doğum kanalı epey dar ve kaygandı, çıkmak da güçtü. Bu yüzden yerel halk, Deliklitaş’tan ancak günahsızların çıktığını söylüyordu. Tıpkı günahsız doğan bebekler gibi..


Vaktimiz olsaydı Hırkadağı’na da giderdik ama maalesef vakit yetişmedi.
Ertesi gün yolda dönerken arkadaşımla bu söylenceler üzerinde sohbete koyulduk. Ben bunların somut anlamıyla anlaşılmasının sakıncaları üzerine kendimce “vaaz verirken” arkadaşım bana katlanmış bir kağıt uzattı. “Sen belki inanmıyorsun fakat bir de şuna bak” dercesine kağıdı açtı. İçinde mercimek ve buğday büyüklüğünde ve formunda birkaç tane minik taş vardı. Kalıptan çıkmışçasına hepsi birbirine benziyordu ve gerçekten de doğal olamayacak kadar gerçek tohumları andırıyorlardı. Elime aldım, evirdim, çevirdim ve bir şaşırma ünlemi çıkardım çünkü taş buğday tanesinin teki kırıktı ve de içi boştu! Zihnim seneler evvel gittiğim Napoli’deki Vezüv yanardağının kurbanı olan taş insanlarla ani bir eşleştirme yaptı ve “bu tohumlar gerçek, ancak taşlaşmaları Hırkadağın marifeti olmalı” dedim. Çünkü Hırkadağ bir volkandı ve bölgede Erciyes dahil başka yanardağlar da vardı. Bölge komple zaten volkanikti ki bu da Kapadoka’yı peri bacaları ve diğer tüm fantastik yapılarıyla dünyaya meşhur etmişti. Bölgede 100 ile 150 metre arasında değişen bir tüf katmanı vardı ve araziler uzmanlarca araştırılsa taş tohumların yanında kimbilir daha neler neler çıkardı…

Hırkadağı’nı Hacı Bektaş Veli öylesine seçmemişti tabii. Ona neden buraya geldiğini sorduklarında “Eğer hakikate ulaşmak için bundan daha yüce bir yer olsaydı orada otururdum” demiş. Demek ki buranın özel bir manyetik-mistik özelliği olmalıydı. Yüzyılın Kahini Vanga da Bulgaristan’da onca yeri dolaşmış ve yeteneklerine en iyi gelen yer olarak sönük bir volkan kraterinin hemen dibini seçmemiş miydi zaten…
Bu keşifle birlikte içimiz biarz rahatladı, “mucizeleri” daha mantıki bir zemine oturttuktan sonra ilk molada birer keyif kahvesi içelim dedik. Tam kahvemi yudumlarken karşımda outran arkadaşın kahve fincanının masada saga doğru 2 cm kadar hareket ettiğini gördüğümde gözüm yanıldı zannettim ama birkaç saniye ardından hareket tekrarlandı. O esnada yüzüme bakıp konuşan arkadaş bunu fark etmemişti. Masanın üzeri cam olduğu için, herhalde fincan tabağının altı ıslaktı ve haliyle kaydı diye düşündüm, fakat elime alıp yokladığımda kupkuru olduğunu görmem mi….