Günümüzde, insanların
talepleri hiç olmadığı kadar artmıştır. Geçtiğimiz asırda televizyonun her eve
girmesiyle ve seyahat hızının artmasıyla, en ücra köşede yaşayan köylü bile refah
seviyesi ileride olan toplumlardaki yaşam standartlarından haberdar oldu ve
haliyle gördüklerine özendi, öykündü. Herkesin her şeyden haberdar olması,
insanlar arası rekabeti artırdı, hırsı çoğalttı ve tabii rekabetin hem olumlu
hem olumsuz yönleri ortaya döküldü. Böylece gelir dağılımında, eğitim ve kariyerde
fırsat eşitliği sağlayan toplumlar, geri kalanlarından hızla ayrıştı ve
maalesef aralarındaki makas gün geçtikçe daha da açılıyor. Şu anda dünyada
200’den fazla ülke varsa da, dünyanın bir yeri başka bir gerçekliği, bir diğeri
bambaşka bir gerçekliği yaşıyor diyebiliriz. Kimileri yeryüzünde cenneti,
kimileri de cehennemi deneyimliyor. Bizim ülkemiz ise arafta bir yerde duruyor…
Batı medeniyetlerini
kendi pusulamız sayan bizler, batının refah kriterlerini ithal ettiğimiz kadar
bilim ve eğitim tarzlarını da ithal etmiş olsaydık keşke. Fakat batıdan ithal
etmesek daha iyi olurdu diyebileceğim şeyler olduğu muhakkak, ki bunların arasında
bazı ruhsal öğretileri sayabiliriz. İnsanları pasifize eden, haline
şükretmeleri gerekirken daha da fazlasını istemeye özendiren, ruhsal manada
bile “tüketim her şeydir” sloganını yayan birtakım yaklaşımlar, gittikçe bizim
toplumumuza da yayılır oldu ve geleneksel - kültürel mayamızı ciddi surette bozmaya
başladı.
Minimum çabayla
maksimum getiri elde etmeyi öğreten çekim yasaları, olumlamalar, pozitif
düşünce telkinleri, insanların zihinlerinde basmakalıp cümlelere dönüştü. Bu
kolaycı mesajların verildiği kitaplar en çok satanlar arasına girdi…
Atalarımızın kışı
geçirmek için, yani sırf karnını doyurmak ve kışlık yakacağını temin edebilmek
için aylarca ter döktüklerini ne çabuk unuttuk? Verilen bunca emeğe rağmen
şükür diyebilen ve kazandıklarını paylaşmada gocunmayan ne güzel insanlardı
onlar…
Şimdilerde değer
sistemimizde ciddi bir çöküşe uğradığımız için olsa gerek, klimalı ve
otoparklı, korumalı evlerde oturuyor, organik besinlerle besleniyor, eşimizin
kazancıyla süslenip püsleniyoruz ve bunlar bizim doğuştan hakkımızmış gibi
davranırken geldiğimiz yeri çok çabuk unutuyoruz. Bu refah da bize yetmediği
içindir ki, üstüne birkaç çok satan kişisel gelişim kitabından veya birkaç
saatlik seminerden öğrendiğimiz yeni çağcı öğretilere sarıyoruz. Her sabah
namaz kılar gibi kalkıyoruz, belki yoga yapıyoruz, çoluğu-çocuğu okula yollayıp
mis gibi kahvemizi içtikten sonra kendimizi daha da süper hissetmek için “nefes
yapıyoruz”, pozitif düşünüyoruz, hatta birkaç “bilinçaltı telkin” yapıyoruz ve üstüne
evrenden bir şeyler istemeye başlıyoruz.
Evrenden para
istiyoruz, daha da para istiyoruz, sağlık istiyoruz, çocuğumuz için iyi bir
okul istiyoruz, ev - araba istiyoruz, eş - sevgili istiyoruz vs… İstekler bir
türlü bitmiyor; istiyoruz, istiyoruz, durmadan istiyoruz ve evrenin geri kalanı
da bizim gibi isterse, neler olabileceğini hiç düşünmüyoruz, katiyen
umursamıyoruz. Bizler yuvadaki yavru kuş misali her ağzımızı açtığımızda evren
bize besin versin istiyoruz. Karşılığında bir şey vermeyi aklımıza dahi getirmiyoruz.
Baba Vanga, “Çok fazla şey istemeyin, sonra bedelini ödeyemezsiniz” demişti.
Biz insanlar, çekim yasasını acaba doğru mu anladık?
İnsan, bazılarının
sandığının aksine sürekli almak için doğmamıştır, sürekli mutlu olmak için de doğmamıştır.
İnsanın musmutlu ve sorunsuz yaşayacağı yer bu dünya değildir. Öyle bir yer
varsa, o da kutsal kitaplarda adı geçen cennettir belki. Bu dünya alemi,
insanın iyiyi ve kötüyü, acıyı ve tatlıyı, sevgiyi ve nefreti, varlığı ve
yokluğu beraber deneyimleyeceği düalist bir düzendir. Üstelik insan bir
mıknatıstır ve nasıl bir enerjiye sahipse, “evrene” veya inandığı yaratıcıya
rücu ettiğinde onu çekmektedir. Belki siz para istiyorsunuz ama sizde
gereğinden fazlası var ve “evren” sizi boş döndürmeyip dengeleyecek ve para
vermek yerine sizden para çıkaracaktır. Belki sandığınızın aksine işiniz,
sağlığınız, özel yaşamınız yeteri kadar iyidir ve fazlasını talep ederseniz,
nankörlük etmiş olursunuz. Evrenin işi gücü yok, sürekli sizin isteklerinizle
mi meşgul olacaktı?
Eğer yapımızın %60’ı negatif
duygu ve düşüncelerden oluşuyorsa, ruhsal boyuta ulaşmayı başardığımız takdirde
kurulacak koridordan o enerjinin karşılığı gelecek ve hayatımızda buna göre %60
negatif tezahürler oluşacaktır. Dolayısıyla yaratıcıya dua ettiğimizde illa ki
iyi şeylerin bizi bulması söz konusu değildir. Biz nasıl biriysek, hangi
enerjinin rengini taşıyorsak, yaşamımıza o yandan çekeceğimiz tezahürler de
onun rengine boyanacaktır. Dolayısıyla her şeyden önce kendimizi doğru
değerlendirmemiz, zaaf ve erdemlerimizi tespit etmemiz ve kapsamlı bir temizliğe
girişmemiz gerekmektedir. Ki o zaman zaten “evrenden” bir şey istemenin ne
kadar lüzumsuz ve saçma olduğunu kendi kendimize anlamış olacağız…
24.10.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder