29 Ocak 2018 Pazartesi

YEDİ UYURLAR, ERGENEKON VE HİPERKÜP

YEDİ UYURLAR, ERGENEKON VE HİPERKÜP


Kuran’dan evvel Hristiyanlıkta bahsi geçen “Yedi Uyurlar” hadisesi, kutsal kitap yorumcularının en çok ilgilendiği konulardan biridir. “Yedi Uyurun” hangi mağarada uyuduğu, ne vakit uyuduğu, neden uyuduğu gibi sorular üzerinde birçok bahis söz konusudur. İsterseniz önce hikâyeyi anımsatalım:
Kuran'da bir surede geçen Yedi Uyurlar efsanesi Ashab-ı Kehf olarak, 'Kehf Suresi'nde yer alıyor. Ancak kutsal kitapta da olayın gerçekliliği konusunda kesin bir şey söylenmezken sadece rivayete dayandırılıyor. Hikayeye göre:
Afşin şehrinde yaşayan Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş ve Şazenuş adlı 6 kişi Putperestliği bırakarak din değiştirir. Ancak hükümdar bunu kabul etmeyerek herkesi putperest yapmak ister. Altı genç bu zorlamayı reddederek hükümdardan kaçar ve ibadet etmek için bir dağın yolunu tutarlar. Bu sırada Kefeştetayyuş adlı çoban ve köpeği Kıtmir de gençlere katılarak Yedi Uyurlar'ı oluştururlar.
Dağa yaklaşan Yedi Uyurlar bir mağaraya girerler. Mağarada dua eder ve merhamet dilerler. O sırada hükümdarın askerleri bu gençleri mağaraya hapsederek onları ölüme terk eder. 300-309 yıl arası arası derin bir uykuya dalan gruba bu koca yıl sanki bir gece gibi gelir. Şehre inmek için yola çıkan Yemliha, karşısında bambaşka bir şehir görünce bir şeylerin ters gittiğini anlar. Dönemin hükümdarı ile tanışıp olayları anlattıktan sonra uykusunu alamadığını, yeniden uyumak istediğini söyler ve arkadaşlarıyla yeniden uykuya dalar. Bunun bir mucize olduğunu düşünen halk daha sonra mağaranın önüne mescid yaparak Yedi Uyurlar'ı şereflendirmişlerdir.
Ezoterizmle ilgilenen herkes, “Yedi Uyurlar”ın uyuduğu mağara ile Platon’un mağarası arasında bir ilişki kurabilir. İnsan, tek gerçeklik sandığı fiziksel dünyada aslında bir mağarada uyur gibi uyurken, asıl gerçekliğin farkında bile değildir. Mağara duvarlarına yansıyan zayıf ışıkla oluşan gölgelere bakmaya mecbur edilmiştir ve bu gölgeleri gerçek sanmaktadır. Bir mağarada bulunduğunu fark edip dışarıya, gün yüzüne çıkabilirse, karanlığa tamamen alışan ve uyumlanan gözleri, ilk defa karşılaşacak olduğu parlak güneş ışığı karşısında adeta kör olur ve ilk etapta hiçbir şey göremez. Bir hayal kırıklığı içinde mağarasına dönmeyi tercih edebilir, alıştığı gerçekliğin rahat karanlığına sığınmayı yeğleyebilir ve hatta eğer bir şans olarak mağara dışında aydınlanmış biri onu gelip uyandırmaya kalkarsa onu öldürmekten çekinmeyebilir. Tarih içinde öldürülen sayısız aydınlanmışlar vadır…
Yedi Uyur, bizim gerçeklik sandığımız sanrı dünyasında uyuduğumuzu açıkça anlatan bir mitostur. Uyuyan yedi kişi, çoğu yerde yediyle simgelenen yedi beden-bilinç-boyut katmanımızdır. Fiziksel beden dahi mağarada mışıl mışıl uyurken, o sırada dışarıda, hakikatler dünyasında koca bir yaşam sürüp gitmektedir. Mağarada uykudan uyanan kişileri bir köpek beklemektedir. Köpek, insanın egosu olarak uyanma esnasında rehberlik edecektir. Bu arketip hikayeyi, ruhsal bir büyüme, aydınlanma, farkındalık veya erginleme yaşamak üzere olan insanların rüyalarında da gözlemlediğimi söylemeliyim. 300 veya 309 yıl sonra uyanan yedi kişi, şehre iner, zamanın değiştiğini görür ve ellerindeki paralar geçersiz kalır. Şimdi bu hikayenin Ergenekon destanıyla ilgisine bakalım. Önce onu anımsatalım:
17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı Şecere-i Türkî adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığımaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir. Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış. Ergenekonluların bulundukları bölgeden çıkmak imkansızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır. (Wikipedi)

Görüldüğü üzere Ergenekon’da tıpkı Platon’un mağarasında ve Yedi Uyurlar’da olduğu gibi asırlar süren bir bekleme söz konusudur.  Fakat öncekinden farklı olarak, bekleyenlerin açıkça hapsedildiği üzerinde durulmuştur. Sarp kayalıklarla çevrili bu vadideki insanlar keyfinden değil de mecbur edildikleri için yaşamaktadırlar. Onları hapseden demir dağları eritene dek de orada kalacaklardır.
Hiperküp kitabımı okuyanlar, benzer bir boyut hapsinde olduğumu fark ettiğimi ve bunun astral alanda nasıl bir algı yarattığını anlattığımı anımsayacaklardır. Dünyanın fiziksel gerçekliğini aşıp astral alana geçtiğimizde, bu astral katmanı aşmaya izin vermeyen bir yapı olduğunu görüyoruz. Deyiş yerindeyse bizler fiziksel gerçeklikte ve fiziksel dünyamızın astral alanında bir hapishaneye kapatılır gibi hapsedildik ve onun ötesine geçmeye iznimiz yok. Astral deneyimde ustalaşan birçok kişinin bu üzücü gerçeği fark etmiş olduğunu umuyorum. İşte bu gerçek, Ergenekon destanında simgeleştirilerek gizlenmiş ve hatta hem sebebi gösterilmiş hem de çıkış yoluna atıf yapılmıştır. Suçluyu çok uzakta aramayalım, suçlusu biziz ve bizim boyutsal “tanrımız”. 
Biz insanlar olarak çok uzun bir süredir, asırlar, binyıllardır astral ortamı kirletiyoruz. Bu kirliliği negatif düşüncelerimizle, eylemlerimizle, duygularımızla anbean yoğunlaştırıyoruz. Tıpkı şimdilerde zehirli gazları cömertçe havaya saldığımız gibi, zehirli enerjilerimizi etrafa saçıyor ve astral alanda geçilmesi imkânsız sertlikte kalınca bir tabaka yaratıyoruz. Sonra bu tabakaya şeytan, Lucifer, Demiurgus, YHVH diyoruz. Gerçekten de astral alandan çıkıp uzay boşluğunda, diğer alemlerde, olası diğer gerçekliklerde gezinmeyi isteyenleri nahoş bir sürpriz bekliyor. Adeta demir sertliğinde olan bu engeli aşmak için ya çok yüksek bir enerji-farkındalık gerekiyor, ya astral yolu, kapıları, dehlizleri bilmeniz gerekiyor ya da Kuran’da “bu daire çeperlerinden Sultan olmadan geçemezsiniz” denildiği gibi, bir Sultan, yani güç sahibi bir rehber edinmeniz gerekiyor. Bu rehber Yedi Uyurlar’ın köpeği, Ergenekon’un bozkurdu olabilir mi? Bizi mapustan kurtaracak bir rehber, bir kahraman arıyoruz ama peki o kimdir? Kırgızların Manas Destanı’nda onu Manas isminde görüyoruz. Doğunun ezoterik ve teozofik literatürüyle tanışık olanlar Manas ismini anımsayacaklardır. Manas, üst mental bilince verilen isimdir. Başka bir deyişle insanın soyut aklını, asla ölmeyen yanını, ruhsal boyutlara ve alanlara açılan köprüyü simgeler. Daha önce defalarca yazdığım gibi fiziksel bedenimiz toprak elementiyle simgelenir, astral bedenimiz su elementiyle, alt (somut) mental beden-bilincimiz hava elementiyle ve bundan yukarısında bulunan soyut bilinç ve boyutlar, ateş elementiyle temsil edilir. Dolayısıyla Manas, ateş elementine karşılık gelen soyut aklımızdır. Ergenekon’da demirden dağları işte bu yüzden ateşle eritiyoruz. Bize üst âlemlerin kapısını soyut, sezgisel aklın alevi açacak, biriken ve aşılmaz bir duvar haline gelen astral katmanı yakıp, içinden geçebileceğimiz dehlizler inşa edecektir. Hakikat, işte o dehlizlerin ötesindedir. Polenezya varyantı ise şöyledir: Kahraman Nganaoa'nın botu bir tür balina tarafından yutulur. Kahraman canavarın midesine girer, bir ateş yakar, balinayı öldürüp ağzından çıkar. Balina yeraltı-fiziksel dünyadır; okyanus astral dünyadır; ateş ise soyut akıldır. Konuyu simyadaki simgesel karşılıklarını sayarak toparlayalım.
Demir elementinin atom karşılığı 26’dır. Tevrat’ın yaratıcısı olan YHVH isminin ebced karşılığı da 26’dır ve bu yüzden bizatihi demir ile simgelenir. Bu bağlamda insanın fiziksel bilincini ruhsal (ateş) bilincine dönüştüren, yükselten birçok teknik icat edilmiştir; Nikolas ve Helena Roerich’in Agni Yoga Öğretisi (Ateş Yogası Öğretisi) bunlar arasındadır ve ayrıca simyacıların demir elementini kullandıkları manyetik yöntemler de icat edilmiştir. Ama asıl olan, tüm bunların ardındaki felsefeyi anlamak, insanı tanımak, kendini tanımak ve bu yüzleşmeyle birlikte yüksek aklın yol göstericiliğini kullanarak, bu sanrılar dünyasından kendi gücünle çıkmanın yolunu aramaktır.
Gördüğünüz gibi çeşit çeşit spekülatif yorumların yapıldığı mitoslar, dini hikayeler hep aynı alegoriyi içermekte, tek bir gerçeği anlatmaya çalışmaktadır. Ancak geçtiğimiz asrın en önemli ezoterik araştırmacısı Manly Hall’ın da açıkça dediği gibi, maalesef modern çağın insanı, varoluşun metafizik gerçeğini ve gerekçesini tamamen unutmuş ve böyle olunca sadece onun en alt, en dip katmanı olan fiziksel dünya mağarasında yaşamaya hapsolmuştur. İnsan hapis olduğunun ayırdığında değilse, kurtuluş yolunu da aramaz… Ruhsal bilgiden ve gerçeklikten bu denli uzaklaşmış bir toplum ve medeniyet asla var olmamıştır. İstisnaları hariç tutarsak günümüz insanı bu metafizik kopuş yüzünden en kutsal yaratıcıyı dahi olabildiğince somut düzeye indirgemeye çalışmış; kendisi onun katına yükseleceğine, bir tanrı olmaya çalışacağına, tanrıyı aşağı, dünyaya indirmeye kalkışmıştır ki bu asla mümkün değildir.

25 Ocak 2018 Perşembe

KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI

KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI

Geçtiğimiz yılın ilkbahar aylarında, ülkemizde ve dünyada Obama’yı ve 11 Eylül’ü bilen kâhin olarak ünlenen Vanga’yı ikinciye ziyaret etmeyi düşünmeye başladım. Belki de metafizik grubumuzdan sevgili Gamze’nin kâhinden “Neden beni ziyaret etmiyorsunuz” tarzında bir zılgıt yemesi buna sebep olmuştu. 17 Martta şöyle bir rüya görmüştü kendisi: “Bu geceki rüyam. Kâbe’nin içindeyim. Orda Vanga’yı görüyorum. Hayatını okuduğumda onun için üzüldüğümden hemen gidip boynuna sarılıyorum. Bana, Renan’a söyle neden benimle hiç görüşmüyorsunuz diyor. Ben de ama efendim siz öldünüz diyorum. Kızıyor bana. Ahmak çocuk sen her toprağa gömüleni öldü mu sandın, ben burada ne ihtilaf devletleri, ne savaşlar gördüm.” Ben de bu ikinci ziyareti, tam dokuz yıl sonra, aynı haftaya denk getirmek istedim. Bunu çevremle paylaşınca başka insanlar da katılmak isteğinde bulundular, böylece sayısı sınırlı bir grup oluşturarak gereken hazırlıklara başladık. Bu grubun içinde metafizik grubumuzdan tam 4 kişi vardı. Ve böylece Gamze’nin rüyası, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüştü…
22 Ocak öğlene doğru, 12 saati aşan ve onun yarısı, neredeyse göklere değen asırlık çam ormanlarının süslediği karlı dağ yollarında geçen yolculuktan sonra Sandanski’ye vardık. O bölgeye göre güzel ve düzgün sayılabilecek termal havuzları olan bir otele yerleştik. Çok yorgunduk, biraz dinlenip Bulgaristan’ın Şirincesi diyebileceğimiz, ülkenin en küçük kasabası olması ile ünlü Melnik’i gezdik ve otelimize geri döndük. Yarınki Petriç gezimiz için dinlenirken, okültizm, ezoterizm, kadim ırklar, bedendışı deneyimler konularında konuştuk; doğal olarak bunlar grup üyelerimizin ortak ilgi alanıydı. Tecrübelerimizi birbirimizle paylaşırken, bir turun hem okültist, spritualist hem de eğlenceli olabileceğini anladık.
Şimdi gelelim Petriç’te olanlara…

Ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra Sandanski’den 20 km uzaktaki Petriç’e doğrudan Vanga’nın evine gittik. Evi belediye tarafından satın alınmış ve müze haline getirilmiştir. Daha bahçe kapısından içeri girerken tarif etmesi zor bir manyetizmaya maruz kaldık. Öyle ki bazılarımız başında yoğun bir uyuşukluk, duyarlılık, karıncalanma hissediyordu, bazılarımız ağlıyordu, bazılarımız ise hissel olarak “onun” varlığını hissettiğini anlatıyordu. İçeride fotoğraf çekilmesi yasak olduğu halde özel izin koparmayı başardık. Tek tek odaları gezdik ve en son olarak, çok kıymetli bir Kudüs tespihinin olduğu odaya girdik. Oda küçüktü 7-8 kişi anca rahat olarak sığabiliyordu. Bu oda son olduğu için, hatıra defteri de oraya konulmuştu. Deftere içimden geçen 3-4 cümleyi Bulgarca dilinde yazdıktan sonra Evren Hanım da bir şeyler karaladı. O sırada, Vanga’nın gözlerinin kapanmasına sebep olan talihsiz kazanın işlendiği enteresan goblen işleme bir tabloya odaklandık. Bu kazanın, Vanga’nın hayatındaki belki de en sarsıcı ve dönüştürücü olay olması sebebiyle, dışarı çıkmış olan arkadaşlarımızı da çağırtıp söz konusu gizemli hortumla ilgili dillenen farklı hikâyeleri anlattım. Tırnaka bölgesindeki hortum ve ardından 12 yaşındaki Vanga’nın gözlerinin körelmesi, onu ileride yüzyılın kâhini yapacaktı. Bunlar hakkında fikir alışverişi yaptığımız sırada Şehnaz Hanım tablonun resimlerini çekmeye başladı. Az sonra hepimiz hayretler içerisinde kalacaktık. Şehnaz Hanım, 2 yıldır kullandığı telefon ile az evvel çektiği hortumu tasvir eden tablonun resmine bakınca, onun başaşağı duracak şekilde ters döndüğünü görmüştü. Bunun üzerine çekimi defalarca tekrarladı, görüntü her seferinde tepetaklak dönüyordu. Acaba telefonu bir şekilde ters mi tutuyordu, nasıl oluyordu, daha önce böyle bir arızası olmuş muydu, yoksa toplu psikoz mu geçiriyoruz gibi sorular sorduk, ardından tablonun yanına dizilip çektiğimiz selfilerin de başaşağı döndüğünü görünce iyice şaşkına döndük. Selfiler de ters çıkıyordu! Bu böyle 20 dakika kadar devam etmiş olmalı. O sırada başımın tepe çakrasının üstü ve sağ yanı sızım sızım sızlıyordu. Enerji tesiri iyiden iyiye artmıştı. Ardından ne oldu nasıl oldu anlamadık, tüm ters resimler kendi kendine düzeldi ve yeni çektiklerimiz de artık düz çıkıyordu. Orada bulunan herkes, olağandışı bir durum yaşadığımızın bilincindeydi. Belki de Vanga’nın kendini bize hissetirme yolu buydu. Belki de evinde olağanüstü bir manyetizma vardı ve elektronik cihazları bozuyordu. “Kâhin Vanga” kitabımı okuyanlar, bu aynı evde yapılan birçok video kaydının, belgeselin, ses kayıtlarının silindiğini hatırlayacaklardır. Hatta Vanga, son model cihazlarla gelen bir ekibi, “boşuna çekmeyin, izin vermiyorlar ve kayıtlarınız silinecek” diye uyarmıştı. Belki de Şehnaz Hanımın telefonu da bu tür bir tesire maruz kalmıştı.
Aşırı heyecanlanmış olduğumuzu gören görevliye son odada başımıza gelenleri anlattığımda, bu evde bazen böyle açıklanamayan olayların olduğunu teyit edecekti…
Uğradığımız şoku atlatmaya çalışarak, Vanga’nın ziyaretçi kabul yeri olan Rupite bölgesine gitmek üzere araca geçtik. Fakat daha birkaç dakika geçmeden bu defa Diren Hanımın “Bakar mısınız bu resimlerde bir gariplik var” demesiyle ikinci bir şok yaşayacaktık. O aynı odada önce beni, sonra da Evren hanımı, hatıra defterine yazarken biz bilmeden resme almış. Fakat tuhaf olan, tamamen aynı açıyla ve 1-2 dakika arayla çektiği resimlerde görünen hatıra defterinde, ilk resimde yazılar görünüyorken, ikincisinde yazıların büyük oranda resimden silinmiş olmalarıydı. Profesyonel fotografçılarla yarışacak düzeyde bilgiye sahip Evren Hanıma art arda çekili bu iki fotoğrafı gösterdiğimizde, kesinlikle bu normal değil dedi. Bir şey, resimdeki o yazıların çıkmasına mani olmuştu ve onun görüşüne göre bu kesinlikle parlama filan değildi. Açık defterin sol sayfası tamamen bembeyaz bir kağıt halini almıştı, sağ sayfada ise yazılı satırların en sağdaki iki veya üç kelimesi okunabiliyordu. Geri kalanı yok olmuştu. Benim yazılarımın üstünde Havvanur Hanım ile Didem Hanımın yazıları vardı. Onlar hatıra defterine yazdıklarını önceden resme çektikleri için, silinmeden kalan kısımdaki kelimeleri okudular ve adeta mesaj gibi duran çok garip bir metin ortaya çıkardılar: "Mutluyum, barışçıl sır yola, karşımıza çıksın. Geldim, senin de izlerini, işaretlerini, kattıkların için hürmetlerimle."
Belki de tüm bunların teknik bir açıklaması vardır ama öyle bile olsa, şu ana dek hiç olmayan teknik hataların aynı yerde bir seferde üst üste gelmesi, bana acaba bir mesajın veriliş şekli olamaz mı diye sorgulattı. Hatırlarsanız zaten bu gezi, Vanga’nın rüyada bir arkadaşımıza “Renan’a söyle neden benimle hiç görüşmüyorsunuz?” diye sitem etmesi üzerine başlamamış mıydı? Dahası Vanga o gün net vizyon olarak aramızdan iki kişiye göründü…

Vanga kuşkusuz çok mistik bir insandı. İleri düzeyde psişikti, fiziksel gözler yerine durmadan her şeyi gören astral gözlere sahipti. Bu gözleriyle sürekli ve kesintisiz olarak geçmişten ve gelecekten vizyonlar görüyordu. Bir kişi yanına geldiğinde ona geliş sebebini sorardı. Çünkü o kişinin geçmişi, geleceği ve yakınlarıyla ilgili tüm hayat hikayesi dur durak bilmeden akardı ve Vanga neye odaklanması gerektiğini bilmezse bu akışı durduramazdı. Vanga hem kişisel hem toplumsal ve küresel ölçekte vizyonlar görüyordu. Kadim geçmişte olanları izliyordu, toprağın altında yatanları anlatıyordu. Bu anlatıları arasında, o bölgede gömülü çok eski bir medeniyetten kalma kıymetli kutsal objelerin tarifleri de vardı.
Vanga’nın doğup yetiştiği bölgenin çok özel olduğundan hiç şüphe yok. Tarihe baktığımızda o bölgede Büyük İskender’in ordularını dinlendirmek için sefer öncesi “kampa soktuğu” bölge olduğunu görüyoruz. O bölgenin kadim gizem okullarıyla, Kabiri gizemleriyle, Orfik gizemlerle ilişkili olduğunu biliyoruz. Tarihteki en büyük inisiye olan ve yeteneği yüzünden tanrıların bile kıskançlık içine düştüğü Orfeus’un bir Trakyalı olduğunu bilmeyen var mı? Peki Orfeus’un sevgili Evridika’sını yeraltındaki ölüm diyarından kurtarıp ikinciye kaybettikten sonra 7 ay boyunca kenarında ağladığı nehrin tam da o bölgeden geçtiğini biliyor muydunuz? Struma nehri Vitoşa’dan kaynayıp Sandanski’den ve Vanga’nın özel olarak seçtiği Rupite bölgesinden geçer. Bu bölge, kadim tarihten bu güne kadar inisiyeler, kâhinler, üstatlar çıkarmıştır. Vanga, Stoyna, Slava, Dyado Vlado, Peter Deunov, Peter Bakov bir çırpıda sayabileceklerim arasında. Bu yoğun psişik-okült faaliyetin sürmesi, bölgenin hem tarihiyle hem de bugünüyle ilgilidir diye düşünüyorum. Bir yerin faal bir enerji merkezi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, hala psişik insanlar doğuruyor mu diye bakabilirsiniz. Ki bu açıdan değerlendirdiğimizde ülkemizdeki birçok yerin manyetizmasını kaybettiğini anlıyoruz…
Atlantis kıtasının batacağını öngören bilgeler, bu trajedi meydana gelmeden önce sahip oldukları inisiyatik bilgilerle beraber bir kısım inisiyeyi ve ailelerini göç ettirdiler. Atlantis’ten gelen bu gizemli insanlara “Pelasglar” deniliyordu. Bir teoriye göre Druidler, Traklar, Helenler bunların uzak torunlarıydı, Orfe’nin ve Üç Kere Büyük Hermes’in ise bir Pelasg torunu olduğuna, yani Atlantis kökenli olduğuna dair hiç kuşku yoktu.
Şu anda o gittiğimiz topraklarda yaşayan insanlar hiçbir zaman tam bir Hristiyan olamadı. Baktığınızda Hristiyanlıkla bağdaşmayan birçok ezoterik ve pagan ayine sahip olduklarını ve bunları ısrarla korumaya devam ettiklerini görürsünüz. Vanga da onlar arasındaydı ve bu yüzden Kilise onunla hiçbir zaman barışamadı.
Gezimizin diğer önemli durağı olan kadim Trak şifa mabedi Skribina ile ve halkı şifacısı Baba Julia ile ilgili notlarıma devam etmeden önce, ileride gitmeyi düşünen arkadaşlar için birkaç altın öneri sunmak istiyorum:
Grup ile gidiyorsanız, uyumuna çok dikkat edin. Grup üyelerinin bilgi düzeyi, soyutu algılama yetenek ve seviyesi yüksek ise, bir taşla iki kuş vurmuş olursunuz.
Mutlaka Bulgarca bilen bir kişiyle birlikte gidin. Bölge coğrafi yapısı nedeniyle hem zor ulaşılır, hem de yaş ortalaması hayli yüksek seyrek nüfusa sahiptir. Bölge insanı son derece temiz ve saftır ama yabancı dili yoktur.
Gezinizin sırf turistik bir gezi olarak kalmayıp spritüel-mistik olmasını istiyorsanız, mutlaka astral izlenimleri cezbedip aktarabilen, ezoterik bilgisi yüksek bir kişinin beraberinde gidin.

(Devam edecek)

8 Ocak 2018 Pazartesi

Majinin Büyük İsmi Eliphas Levi


ELİPHAS LEVİ KİMDİR

Okültizmle ilgilenen herkesin adını bildiği Eliphas Levi, reenkarnasyonu olduğunu iddia eden Aleister Crowley dahil olmak üzere kendinden sonra gelen çoğu okültisti etkilemiş olan büyük bir majisyen, kabalist ve tarot bilimcisidir. Eserleri günümüzde bile en çok okunanlar ve gerek kaynak olarak gerekse pratik gayeyle en çok başvurulanlar arasındadır. Özellikle de ritüel majiyi öğrenmeyi çalışanlar tarafından…
Eliphas Levi, 8 Şubat 1810 yılında Paris’te bir kunduracının oğlu olarak Katolik bir ailede dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Alphonse Lois Constant’tır. Daha ergenlik yıllarında gizli ilimlere ve majiye merak salar. Birkaç yıl sonra rahip olmaya hazırlanırken, daha sonra çok pişman olacağı bekârlık yeminini eder. 1836 yılında Adele Allenbach adındaki bir kadına âşık olması, kilise kariyerinin sonunu getirir ve iddialara göre bu olay, bu konuda büyük beklentileri olan annesinin intihar etmesinin de sebebidir. Lois, 1839’da manastırı terk ederken, Gann teorisinin de etkisiyle dünya görüşleri büyük oranda değişim gösterir ve bir majisyene dönüşmeye başlar. “Özgürlük İncili”ni (La Bible de la Liberte-1841) yazması, 8 ay hapis cezasıyla sonuçlanacaktır.
1846 yılında henüz 18 yaşındaki Marie-Neomi Cadiot ile evlenir. Bu evlilikten doğan çocukların yaşamaması çifti bir hayli üzer, aralarını açar ve evliliğin yedinci yılında genç Neomi gönlünü başka bir kişiye kaptırarak Luis’i terk eder. Alphonse Lois Constant sık sık İngiltere ve Londra’ya gider, Polonyalı okültist Hoene-Wrosnki ile tanışır ve aralarında "Hayalet"in yazarı, Gül-Haç inisiyesi ünlü yazar Edward Bulwer-Litton’un da olduğu, tıpkı kendisi gibi ezoterizm, okültizm, maji, hipnoz ve astroloji ile ilgilenen gruplara girer. Onun birçok ezoterik topluluğa üye olduğu ne ispatlanmış ne de reddedilebilmiştir. Bilinen ama kesinlik taşımayan tek şey, belli bir süre Fransız mason locasına üye olduğu ama çok geçmeden pişmanlık ve hayal kırıklığı içerisinde locayı terk ettiğidir.
Birçok takipçisinin yaşadığı Londra ziyaretlerinden birinde, en bilinen eseri olan Dogma ve Ritüel’de de açıkça yazdığı gibi, 1. Yüzyılda yaşamış olan Tyanalı Apollonius’un ruhunu çağırdığı bir ruhsal celse düzenler. Rivayete göre Tyanalı, onu büyük bir sırra inisiye eder ve bu, onun kesin olarak bir majisyene dönüşmesine ve lakap olarak majik ismi Eliphas Levi’i almasına sebep olur.
Levi, geçimini yayınladığı okült eserlerle ve çok sayıdaki öğrencilerinin maddi destekleriyle sürdürmüştür. 31 Mayıs 1875’de 65 yaşında vefat ettiğinde, ardından okült çevrelerde halen büyük bir popülariteye sahip olan birçok eser bırakmıştır. En önemli eserleri şunlardır:
Dogma et Rituel de la Haute Magie
Historie de la Magie
La Science des Esprits
La Clef des Grands Mysteres

Yayınevimiz, Eliphas Levi’nin kült haline gelen « Metafizik Maji Öğretisi ve Ritüeli » (Dogma et Rituel de la Haute Magie) eserini iki cilt halinde okurların beğenisine sunacaktır ; şimdiden iyi okumalar…
Mavi Kalem Yayınevi
Renan Seçkin

3 Ocak 2018 Çarşamba

Bamyan Budaları


Afganistan'ın Bamyan vadisinde binlerce yıl ayakta durduktan sonra put oldukları gerekçesiyle Taliban tarafından yok edilen heykelleri içimiz sızlamadan hatırlayabilir miyiz? Bu heykeller gerçekten putları mı anlatmaktaydı yoksa gizli bir öğretinin izlerini mi taşımaktaydı? Günümüzde avamın mışıl mışıl uyumasını engelleyecek tüm batıni doktrinlerin izleri gibi, bu evrensel eserler de yıkıma uğratıldı, geriye sadece kaideleri kaldı. Cehaletin en çarpıcı özelliklerinden biri agresifliğidir ve ülkemiz de bundan nasibini almıştır maalesef..
Bamyan Budaları olarak bilinen iki dev anıt, Kabil'in 230 km kuzeybatısında, aynı ismi alan vadide bulunan sarp kayalıklara oyularak yapılmış ve resmi kaynaklara göre yapımı 6. yüzyılda tamamlanmıştır.
Heykeller doğrudan kayada oyulurken detayları kil ve saman karışımından imal edilip horosan harcı ile kaplanmıştır. Uzun zaman önce düşen kaplama, heykellerin yüz ifadelerini, elleri ve togaların kıvrımlarını güçlendirmek maksadıyla renklendirilmiştir. İki heykelden büyük olanı kırmızıyken diğeri çok renklidir. Yüzlerin üst kısmının büyük ahşap maske veya dökümden meydana geldiği sanılmaktadır. Heykel resimlerinde görünen sıralı delikler, horosan kaplamayı sabit tutmak için çakılan kazıkların yerlerini göstermektedir.
Heykellerin neyi tasvir ettiği ile ilgili çok çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar, bunların dini kitaplarda geçen Nefilimlere, devlere, uzaylı atalara, hatta Anunnakilere ait olduğunu savunurlar. Bir kısmı ise teozofik kaynaklarını referans göstererek bunların iki değil toplam beş adet olduğunu ve dünyada yaşayan beş büyük insan ırkını temsil ettiğini açıklarlar. Annie Besant ve Nikolas Roerich de aynı görüşü savunurlardı. Buna göre gittikçe boyları kısalan beş ana ırk mevcuttu ve sonuncusu da bizim modern insanımızdı. Roerich'in "Yedi Büyük Kozmik Sır" isimli kitabından bir alıntıyla devam edelim:
"Orta Asya’da, Afganistan’da Kabul ile Bal’ın yolunun ortasında Bamyan adında bir şehir vardır. Şehrin yakınlarında beş devasa heykel dikilidir. En büyüğü 52 metre uzunluktadır. İkincisi de tıpkı ilki gibi kayaya oyulmuştur ve 36 metre boyundadır. Üçüncü heykel sadece 18 metredir, diğer ikisi daha da kısadır ve sonuncusu günümüzün orta boylu insanından sadece biraz daha uzundur. Bu heykellerden en büyüğü, togaya benzer bir şeyle giyimlidir.

            Bu beş figür, kıtalarının batışından sonra Orta Asya dağlarının doruklarını kendine mesken eden Dördüncü Irk’ın inisiyelerinin eseridir. Söz konusu heykeller ırkların aşamalı gelişiminin tasvirlerini sunmuşlardır. En büyükleri, Birinci Irk’ın eterik bedenini taşa kazımıştır. 36 metrelik ikinci heykel “Terden doğanları” simgeleştirmiştir. 18 metrelik üçüncü heykel, anne ve babadan doğan ilk fiziksel ırkı şekillendirmiş olan “düşmüş ırkı” tasvir etmiştir ve onun son torunları Paskalya adasındaki dikili heykellerdir. Lemurya sularla kaplandığında onlar 6 ile 7.5 metre boyundaymışlar. Dördüncü Irk daha da küçük ölçülere sahip olmakla birlikte sıranın son heykeliyle temsil edilen günümüzün Beşinci Irk’ına kıyasla yine de uzun sayılmaktadır."
Ezoterik araştırmacılaırn çok iyi bildiği gibi, çok çok eskiden okült bilgiler uyanmaya hazır insana zihinsel çağrışımlar yaratacak şekildeki heykeller, tapınaklar, özel anıtlar ve mimari detaylar olarak verilirdi. Yerkürenin her bir yerinde duymak isteyen insana gizli dili ile konuşmayı sürdüren sürüyle dikili taş, piramit vb. eserler mevcuttur ve simgeciliğin en önemli ayağını oluşturmaktadır. İnsanın farklı beden katmanlarından meydana gelen mükemmel bir dizayna sahip olduğunu bildiğim için Bamyan heykelleri bana işte bu dilden konuşmaktadır. Geriye hangi heykelin insanın hangi beden-bilincine karşılık geldiğini bulmak kalmıştır ve bana kalırsa herkes kendi içinde bu cevaba zaten sahiptir..