3 Temmuz 2018 Salı

Leyla Aydemir


İç dökme mi desem, hala fizikötesine inanmayanı ikna çabası mı, yoksa çaresizliğin verdiği bir dışavuru mu bilemedim, Leyla ile ilgili olduğunu anladığım kişisel vizyon ve rehberlik sürecimi paylaşmak istedim.
İlk görü 21 haziran gecesi, kayboluşunun 7. gününde geldi. Tabii ki ismini bilemedim ama twitter'de adını etiketledim, verilen ihbar telefonlarına yazdım ama dönen olmadı. Kızı gördüğüm yer mezarlık yakını olduğundan endişeliydim. Arka camları açık bir aracın sol camından girip sağ camından dışarı çıktı, araç insan doluydu. Dışarıda doğulu veya köylü orta yaşlı dik duruşlu, sanırım pardesülü bir kadın çocuğa 4-5 taş attı, çocuk eğilip 1-2 tanesini geri attı. Bu tip görüleri çoğunlukla söz konusu kişinin zihindeki yansımalardan gördüğüm için, kadının gerçek bir kadın mı yoksa hayatı verip geri alan toprak anayı mı simgelediğini bilemiyorum tabii.

Bir diğer görü 28 haziran'da geldi, aslında o vakit kayıp olarak bilinen merhum Metin Kor'un akıbetini görmeyi dilemiştim ama onun beraberinde yuva veya ilkokul çağlı kadar küçük bir çocuğun feryat figan ayakkabılarını istediği bir sahneyi izledim. Ayakkabıların alınması, tespit ettiğimiz ölüm sembollerinden biridir. Sonra bu kız alay edilme ve utanma hissinin beraberinde yalın ayak yürümeye başladı ve bir okul kantinine benzettiğim bir yere gitti. Oradaki çalışan veya kantinciden yemek istiyordu, kantinci vermiyordu, çocuk da parasını ödedim diye isyan ediyordu. Kantinci ile çocuk 40 lirayı çekiştirip durdular, sonunda ortadan yırtıldı. 40, yine hiç hoşlanmadığımız bir çağrışım yapmaktadır.
Ve son olarak 26 haziran'da Ağrı dağının zirvesine bir tırmanış yapacaktık. Bu sefer onu kendi kızım gibi görmüştüm, ne de olsa ben de bir anneyim ve kolektif zihinde tüm çocukların anası sayılırız. Ezoterik sembolleri bilenler, bu zorlu dağ tırmanışının ölüm sonrası yükselmeyi simgelediğini biliyor olacaklardır.
İşte böyle bitti masum Leyla'nın bu kısa yaşam hikayesi. Önce karşı koydu, sonra açlık ve zihinsel karışıklıkla boğuştu, başına ne geldiğini bile tam olarak kavrayamadı ama rehberlikle kendi melekutuna doğru yolcu oldu.
Tanrı tüm çocukları korusun...

14 Haziran 2018 Perşembe

Tapınak Görevlisi ve Atatürk Evi’ndeki olağanüstü enerji



Tapınaklar Gezisi: Tapınak Görevlisi ve Atatürk Evi’ndeki olağanüstü enerji

Antik Yunan Tapınaklar gezimizde yaşadığımız sıradışı olaylar, ilk yazımda bahsettiğim “ateş topu” hadisesiyle sınırlı değildi. Ondan evvel iki gizemli tecrübe daha yaşamıştık.
İlki, Atlantis’in son “Tanrıları” Kabirilerin bizzat kurduğu Samothraki adasındaki tapınakta meydana geldi.
Gezimizi aylar evvel planlamış, feribot saatlerine bakmış, tüm yol ve konaklama planımızı ona göre ayarlamıştık. 2 günde bir de ne olur ne olmaz diye feribot saatlerini teyit ediyorduk. Her gün sabah erken saatlerinde ve akşam olmak üzere ikişer sefer vardı. Ancak yola çıkmadan 1 gün evvel ne hikmetse tam da bizim gittiğimiz günün feribot seferlerini bire indirmişlerdi, sabah feribotunu saat 11’e ertelemişler, dönüşü de iptal etmişlerdi. Adada kalmayı planlamamıştık, otel rezervasyonumuz yoktu ve aniden tüm planlarımız alt üst oldu. Tur organizatörümüz ile tur rehberimiz sağ olsunlar saatler süren bir telefon ve mail trafiğinden sonra programı 1 gece adada kalacak şekilde değiştirdiler. Bu aslında hepimizi sevindirdi, çünkü adanın önemini biliyorduk, hatta mümkünse oradan dönmektense birkaç gün çadırda bile kalmaya razıydık. Aramızda “Ada bizi bırakmak istemiyor” diye şakalaşıyorduk.
Sonradan bizim iyiliğimiz için ortaya çıktığını anlayacağımız aksilikler bununla da kalmadı. Saat 15 sıraları otele yerleştik, açlıktan kavrulan midelerimizi doyurduktan sonra da tapınağın yolunu tuttuk. Tapınak girişine vardığımızda büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktık. Tapınağın görevlisi, bize buz gibi bakışlar yönelterek, tapınağın saat 15’te ziyarete kapandığını söylemez mi? Ertesi sabah gelmemizi salık veriyordu, oysa bizim 8 feribotuyla dönmemiz gerekiyordu. Bir gün daha adada kalmamız imkansızdı çünkü bu tüm programı alt üst edecekti. Dakikalarca görevliye yalvardık ama hiç oralı olmadı, bizimle tartışmadı bile. Sert sözlerle yapılacak hiçbir şeyin olmadığını söylüyordu, demek ki hepsi bu kadardı. Adaya gitmiştik ama tapınağa giremeyecektik. Sinirlerimiz iyiden iyiye bozuldu, tapınağın yukarıdaki girişine doğru yürümeye başlayan rehberimizi takip ederek hiç olmazsa dışarıdan bir şeyler görmeyi umuyorduk.
Ve işte karşımızda yüksek parmaklıklı bir kapı vardı. Sağıma soluma bakındım, girecek bir aralık bulamayınca kapıyı tırmanmaya karar verdim. Sonuçta ne olacaktı, en fazla ceza keseceklerdi. Oraya girmeye karar vermiştim ve hiçbir şey buna mani olamazdı. Tam ayağımı parmaklıklara basacaktım ki tapınak görevlisi geldi ve nemden buğulanmış mavi gözleriyle bize bakarak, son derece yumuşak sözlerle “girin” diye davet etti. Sanki az önce bize azarlarcasına konuşan kişi kendisi değilmiş gibi… Hatta sonradan bu olayı çok konuştuk ve hepimiz kani olduk ki bu adama bir şeyler olmuştu; içindeki ruh gitmiş, bambaşka bir ruh gelmişti. Ona koştum, sıkı sıkı sarılıp teşekkür ettim. Sevinçten handiyse ağlayacaktık. Dosdoğru gözlerime baktı, ben de onun gözlerine aktım… Gözleri olabildiğince derindi, o kadar derin ki, sanki bu dünyada çok fazla şeyi görmüş geçirmişti de anlatamıyordu. Bana eliyle “Sus” işareti yaptı. Evet, bu adam kesinlikle az önceki katı ve soğuk görevli değildi.
Onu takip etmemizi istedi, dosdoğru tapınağın en önemli yerine götürüp bizi bıraktı. Bizi hiç rahatsız etmeden, uzaktan, yüzünde derin bir sevgi, bilgelik, sabır ve dile getiremediğim bundan daha fazlası olan bir his ve duyguyla izliyordu. Tapınakta tek biz vardık, mesai saati harici oradaydık ve bize hiçbir şekilde acele ettirmiyordu. Bir ara bana ve Nermin arkadaşıma yaklaştı ve bozuk bir İngilizce ile “buraya tekrar gelmek zorundasınız” dedi. Nermin ile birbirimize bakakaldık. “Zorundasınız” diyordu bize…
Yaptığı bu iyiliği ödüllendirmeye karar verip aramızda para topladık. Tapınağa giriş bileti de satın almadığımız için ona denk bir meblağı ayarlayıp görevliye uzattım. Bu hareketimiz onu iyiden iyiye ezdi diyebilirim. Parayı alması için binbir dil dökerken ezildi, büzüldü, yüzünden akan sevgi, merhamet ve şefkat tarifsizdi. Ne yaptıysak ikna edemedik ve parayı almadığı gibi, tapınaktan çıkmak üzereyken yine yanıma geldi, bu defa 2 arkadaşımız daha yanımdaydı. Üçümüze tekrardan aynı şeyi söyledi: “tekrar gelmek zorundasınız”…
Ertesi sabah feribotuyla Dedeğaç’a döndük, oradan da Selanik’e geçtik. Doğrudan Ata’mızın evinin yolunu tuttuk. Evi dolaştık, kişisel eşyaların olduğu bölmelerdeki yoğun enerjiyi hissettik. Atatürk’ün evi müze değil de olağanüstü güçlü bir enerji santraliydi sanki. Fakat en büyük sürpriz, annesinin odasındaki aşırı manyetizmaydı. Annesinin balmumu heykelinin yanında dikilirken ellerimiz külçe gibi ağırlaşıp, kendiliğinden yanlara doğu açılıyordu. Burası kesinlikle yaşayan bir enerji alanıydı. Atatürk’ün doğduğu evin öyle bir enerjisi var ki, bunu anlatmak değil, ancak hissetmek gerekir. Bizler de öyle yaptık, sustuk, hissettik, aktık ve aktardık…
Ülkemizin esenliği ve bekası için bireysel ve grup meditasyonu yaptıktan sonra evden ve Selanik’ten ayrıldık.
Ek olarak şu notu düşmek isterim: Bazı kişiler Atatürk’ün ne denli büyük bir ruh olduğunun farkında olmayabilir ama dünya farkında. Yurtdışından “gavur” diye yaftaladığımız bir çok okült ve ezoterik grup, onun enerjisini deneyimlemek ve yüklenmek için Selanik’e ve Anıtkabir’e gidip meditasyon yapıyor. Bunlar arasında Beyaz Kardeşlik Topluluğu da var…

11 Haziran 2018 Pazartesi

Tapınaklar Gezisi ve Gizemli Ateş Topu



Yıllar önce, Kahin Vanga’nın hayatını araştırdığım günlerde Samothraki adasıyla ilgili kehanet niteliğinde ettiği sözleri öğrenmiştim. Vanga’ya göre Samothraki’de toprağın altında öyle bir tarih vardı ki, bulunması halinde tüm dünya tarihi değişecekti.
“Kahin Vanga” kitabımda yer alan bu kehanet şu şekilde: “Bu Yunan ada, binlerce yıl evvel yaşamış ruhlarla doludur. Ada kıyılarına yakın, çok derinlerde arkeologların büyük ilgisini çekecek şeyler yatmaktadır. Onları görüyorum: büyük ustalıkla işlenmiş mermer sütün parçaları. Bunlar, devasa tapınak ve sarayların kalıntılarıdır.
Henüz bulunmadılar, ama bir gün denizden çıkarıldıkları zaman büyük sansasyon yaratacaklardır.”
Acaba Vanga, denizlerin çok derinlerinde yatan bu hazine değerindeki tarihin son buzul çağında sular altında kalan eski medeniyete ait yerleşimler olduğunu mu ima ediyordu?
Samothraki – Delphi – Atina ve Petriç tapınaklar turu gezi rehberimiz İlhan bey, hem arkeolog hem de tarih öğretmenidir. Kendisinden son derece önemli bilgiler öğrendik, şaşırdık, büyülendik. Rehberimizin zihni, büyük bir “antik tarih” arşivine sahipti ve özellikle kadim Traklar, Pelasgiler, Bogomiller, Mezopotamya ve Anadolu tarihi konusunda uzmandı. Bulgaristan’ın Kazanlık şehri civarında birkaç yıl evvel tüm dünyayı şoke eden altın hazinesinin tüm dünyayı dolaştığını; New York müzesinde 8 milyon ziyaretçiyi ağırladığını; Anadolu’dan Adriyatik kıyılarına kadar yayılmış Trak kavimlerinin bu eserlerinin Mısır piramitlerinden 2 kat eski olduğunu; Trakların günümüzden 10 bin yıl evveline dek izlerini sürdüklerini ancak nereden geldiklerinin tespit edilemediğini; Bulgaristan’ın Karadeniz kıyılarında suların altında derinlerde 60 metreye inene dek birçok tarih eseri yattığını kendisinden öğrendik. Bu derinlikte insan yapımı eserlerin olması, onların son buzul çağı sürecinde sular altında kaldığını göstermektedir. Buzul çağı 12 bin yıl evvel başlayıp 4 bin yıl sürmüş, o vakitler birer göl olan Karadeniz ve Marmara’yı denize çevirmiş, oluşan boğazlardan taşan su, Samothraki, Gökçeada, Bozcaada ve diğer adaları ortaya çıkarmıştır. O vakte kadar bu adalar karayla bağlantılı haldeydiler. Bu demek oluyor ki Traklar ve yerleşimleri hiç yoktan Tufan evveliydiler. Acaba Vanga’nın Samothraki adasındaki toprağın altında görmeyen gözleriyle gördüğü tarihi eserler de bu kadim medeniyete mi aitlerdi?
Ezoterik araştırmacılar, Trakların ve Pelasgilerin, batık Atlantis ile ilişkili olduğu konusunda görüş bildirirler. Büyük Atlantis medeniyetinin ve kıtanın batışından önce olacakları bilen birkaç inisiye rahip bugünkü Avrupa’nın yolunu tuttu, kuzeyden İskandinav topraklarına girdi, sonradan ortaya çıkacak Keltlerin ve Druidlerin, proto-Trakların topraklarından geçti ve…. bugünkü Samothraki adasına geçip gizemli bir tapınak kurdu. Bu “üstün” insanlar, yerel halklara göre tanrı gibi göründüler ve sahip oldukları bilgileri sebebiyle zaten bize kıyasla gerçekten de öyleydiler. Tarihsel kayıtlarda ve ezoterik-okült literatürde onları Kabiri tanrıları olarak okuyabilirsiniz. İşte Samothraki’de halka kapalı olarak tuttukları bu ilk ve tek tapınak da onların eseriydi. Onun eşi benzeri yoktu. O, “tanrıların” yaşadığı sonuncu yerdi. Diğer tüm tapınaklar bir veya birkaç tanrıya ibadet etmek için kurulmuşken bu tapınak bizzat tanrıların eseriydi. Samothraki adasındaki tapınak bugün hem arkeolojik değer bakımından hem de gizli ilimlerle uğraşan bizler açısından olağanüstü önemdedir. Arkeoloji dünyası, onun gizemini henüz ortaya çıkaramamıştır, tıpkı Göbeklitepe gibi. Ancak bizim bazı önermelerimiz var.
Adaya günde bir veya iki tarifeli sefer sayesinde 3 saate yakın süren feribot ile ulaşılmaktadır. Adaya gitmek de zor dönmek de zordur. Ancak inanın bana buna değer. Orfe’nin inisiye olduğu, Büyük İskender’in eğitim gördüğü adadır, babası Philip ile annesinin tanıştığı ve ilk kutsal birlikteliğini yaptığı yerdir. Büyük İskender’in ebeveynlerinin gerdeğe girdiği yere basmak bize nasip oldu J En yüksek rahiplere ayrılan binanın duvarlarında bugün hala ikisi duran iki büyük yuvarlağa yakın taş bulunmaktadır. Bu taşlar aslında üçtür, ancak üçüncüsü sadece metafizik gözle görülmektedir. Boyut kapısını gösteren üçüncü taşı görebilen kişi, büyük rahip olmaya hak kazanmaktadır. Benim tam orada yaşadıklarım bende kalsın…
Yazıyı sonlandırırken kısaca Delphi tapınağındaki “ateş topu” hadisesini anlatmayı isterim.
Ertesi sabah 8 feribotuyla Samothraki adasından ayrılıp saatler süren bir yolculuktan sonra Delphi yerleşkesine gittik. Vardığımızda gece vaktiydi, ertesi sabahı beklemeye sabredemeyince hepimiz tapınağın yolunu tuttuk. Dik dağların içerisinde, karanlığın içinde olağanüstü parlak ve yakın görünen yıldızlarla büyülenmişken, hiçbir korku veya tedirginlik hissetmeden yürüye yürüye otellerin olduğu bölgeden çıktık ve ormanlık yolu takip ederek tapınağa vardık. Haliyle kapalıydı, dolayısıyla dağın son yol dönemecine kadar gidip, bir müddet oturduk. Herkes kendince meditasyon yaptı, binyılların enerjisini taşıyan, huşu veren enerjiyi hissetti ve dua etti. Dönüşe geçtiğimizde gece yarısını geçmişti. Araba geçmeyen ve tek tük sokak lambalarının aydınlattığı yolda birbirimizden uzaklaşmadan yürüdük. Aniden sol tarafımda, geriden ileride duran arkadaşlara doğu hızla giden bir ateş topu gördüm, sıçradım ve büyük bir çığlık attım. Bu top aşağı yukarı futbol topu büyüklüğündeydi, ışıklıydı ama sanki içinde bir şeyler varmışçasına duruyordu, yani yarı saydamdı veya plazma gibi bir şeydi. Yerden yaklaşık 1 metre yükseklikte, yatay olarak hareket etti, 10 metre kadar gidip, öndeki arkadaşların arasına daldı, onları geçti ki gözden kayboldu. Hemen yanımda duran Havvanur arkadaşım da onu bir anlığına görmüş, ancak ne olduğunu anlayamamıştı. Ayrıca Nermin arkadaşımız da göz ucuyla “çok hızlı bir şeyi” gördüğünü söyleyecekti. O neydi bilemedik ama yerden çıkan bir gaz veya enerji çeşidi olmadığı kesin, çünkü yatay ilerledi ve içimizden geçip gitti. Belki de, dualarım esnasında gelmesini istediğim bir işaretti. O her neyse, beni derinden etkiledi…
Buraya gelmek isteyecek kişilere tapınağın bir uyarısı olduğunu söylemeyi görev ve borç biliyorum. Zeus'un dünyanın merkezi olarak belirlediği bu Tapınak, tüketici ve çıkarcı insanlardan yorulmuş usanmış durumda. Lütfen sadece sevgi veya bilgelik için ziyaret edin. Kutsal yerleri kişisel meselelerinizle kirletmeyin.

Renan Seçkin

26 Nisan 2018 Perşembe

Antik Yunan Tapınakları ve Kahin Vanga Gezisi, Kehanetler, Gizli öğretiler, İnisiyatik Merkezler



Yunanistan, Delphi, Selanik, Atina ve Semadirek adası, kehanet merkezleri, tapınaklar, Bulgaristan Petriç, Melnik ve Rupite, Kahin Vanga'nın yeri. Bizimle gelmek isterseniz, bir an önce yerinizi ayırtın.

Kehanet ve gizem öğretilerine meraklı bir kaç arkadaşımızla birlikte bu kış Kahin Vanga'nın yerine ve Kadim Trak şifa mabedi Skribina'ya gittiğimizde, ikinci ve daha da önemli bir mistik rotayı aklımızda çizdik. Kehanet ve gizemcilik denilince Antik Dünya'da tartışmasız olarak 2 yer ön plana çıkıyor. Biri Unesco'nun listesindeki Delfi Kehanet tapınağı, ki dünyanın gelmiş geçmiş en önemli ve en ilgi çekici kehanet tapınağıdır, ikincisi ise 2 saat gemiyle gidilen Samotraki (Semadirek) adasındaki Büyük Tapınak. Samotraki, dünyanın en büyük inisiyesi sayılan, tanrıların dahi kıskandığı Orfeus'un inisiye edildiği yer olarak bilinir ve bu adayla ilgili Vanga'nın şöyle bir kehaneti vardır: Samotraki'de toprak altında kalanlar gün yüzüne çıktığında tüm dünya tarihi değişecektir. Biz bu tarihin çıkarılmasını daha fazla bekleyemedik ve yerinde görmek, hissetmek istedik. Kavala'yı, Selanik'i, Atina'yı ve ayrıca tekrar Bulgaristan'da Kahin Vanga'nın yerini de gezimize ilave ettik. Eğer gelmeyi düşünüyorsanız, inisiyasyonlar, gizem öğretileri, kehanetler, faal enerji merkezleri ilginizi çekiyorsa, katılmak için son birkaç gününüz. 5-10 Haziran tarihleri arasında yapacağımız bu gezinin muhtemelen tekrarı olmayacaktır çünkü işimiz turizm değil, yazarlık ve yayıncılık. İrtibat 0542 422 66 51, vize işlemleri için Sindbad Tur Ayten hn: 0532 738 99 84



PROGRAM 
Haziran'ın ilk haftası, 5-10 tarihleri arasında salı gidiş, pazar günü dönüş olarak planlanmıştır...

1.Gun: Istanbul'dan Dedeağac'a hareket. İpsala sınır kapısından Yunanistan' giriş ve sabahın erken saatlerinde Dedeağac'a varış. Saat 8 ferıbotuyla Semadirek adasına geçiş.

11-17.00 arası Semadirek'te Büyük tapınak ziyareti ve adada serbest zaman (isteyenler denize girebilir)

Saat 17.00 feribotuyla Dedeğaç'a dönüş, Kavala'ya hareket ve Kavala'da otele yerleşme.

Akşam yemeği serbest veya taverna ziyareti.

2.Gun: Sabah kahvaltısından sonra 08.00 de Dedeağac'tan Selanik'e hareket.Yaklasık 3 saat sonra Selanik'e varış ve Selanik turunun yapılışı

11-15.00 arası -az.Dimitrios kilisesi, Ataturk evi ,Selanik kordon ve Beyaz kule ve Aristo meydanında serbest zaman. Ogle yemeği serbest Aristo meydanında.

15.00 Selanik 'ten Delphi tapınağına hareket ve yaklaşık 5 saat yolculuktan sonra otele varış ve yerleşme.

Akşam yemeği serbest veya toplu olarak restoranda.

3.Gun: Sabah kahvaltısından sonra 08.00 de Delphi tapınağına hareket.Bir saat yolculuktan sonra Delphi'ye varış .

09-11.00 Delphi Kehanet tapınağı

11.00 de Atina'ya hareket

13-22.00 Atina turu ve Atina'da serbest zaman. Aksam yemeği Atina taverna.

Atina panoramik tur-Panathenaic Stadyumu, Zeus Tapınağı, Sindagma Meydanı ve Acropolis.
Taverna'dan sonra saat 22.00 de Delphi'ye dönüş ve konaklama.

4.Gun: Sabah kahvaltısından sonra saat 8 .00 da Delphi'den Petriçe hareket. Yaklaşık 8 saat yolculuktan sonra Yunanistan'dan Bulgaristan'a giris ve sınıra yakın olan Melnik şehrinde konaklama. Aksam yemeği Melnik mehanada.

5.Gun: Sabah kahvaltısından sonra 09.00 gibi Melnik turu ve ardından Rupite köyüne hareket ve baba Vanga evi ziyareti. Rupi'de serbest zaman.

Öğle yemeği Petriç'te. Ogleden sonra saat 15.00. Yunanistan üzeri İstanbul'a dönüş.

Tur Fiyatı - 450 Euro
Diğer detaylar ve için bana yazabilirsiniz.
renanseckin@gmail.com
0542 422 66 51
Vize işlemleri için Sindbat Tur - Ayten hn'a müracaat edebilirsiniz tel: 0532 738 99 84

https://www.facebook.com/events/395183844287547/

14 Nisan 2018 Cumartesi

Rama'nın azılı düşmanı Ravana'nın son sözleri..


Rama'nın azılı düşmanı Ravana'nın son sözleri ibretliktir. İnsan, dostlarından çok daha fazlasını düşmanlarından öğrenir.
Ramayana Destanı, Ahmet Halit Kitabevi, 1947 baskısından...

Rama, derhal üç okunu çekti ve yere sapladı. Sonra Ravana'yı kaldırdı ve gövdesini bu üç oka dayadı ve bunlar üç direk gibi onun gövdesini tuttu. Ölmekte olan dev kralı, onun bu hareketinden hoşlanmış, gülümsemiş ve "Rama, demişti, sen ölüm halinde olan bu cenk erine nasıl muamele edileceğini iyi bilen bir adamsın. Bir takım bilgisiz esnaf, belki bana dayanmak için yastıklar getirirlerdi. Fakat bu hareket, senin kahraman olduğunu belirtiyor. Bana çok güzel muamele ettin. Ve bana yastık gibi yumuşak şeyler sunarak hakarete uğratmadın. Ölümünden evvel bana saygı göstererek ruhumu hoşnut ettin."
Rama anlattı::
"Ey hükümdar kahraman! Biz sizden ders almak isteriz. Lütfen suallerimize cevap verin!"
Ravana cevap verdi.
"Sizi affettim Rama! Arzularımı sizin takdirinize bırakıyorum. Hayat felsefesine gelince, ona dair bir kelime söyleyeceğim, sonra hayata veda edeceğim. Söyleyeceğim söz kısadır, fakat doğrudur. İyi bir iş işlemek istediğin zaman, derhal başar. Fena bir iş işlemek için meylettin mi, o işi başarmayı daima geciktir. Benim hayatım sizin için ibret dersi olsun. Ben bir zamanlar gökyüzüne varan bir merdiven kurmayı tasarlamıştım. Maksadım, her kavmin kolaylıkla Tanrı'ya kavuşması idi. Fakat bu iyi işi günden güne geciktirdim. Geciktire geciktire bütün işi unuttum. Fakat vaktaki Surpanaha geri dönerek beni Sita'yı kaçırmaya teşvik ettiği zaman bir dakika gecikmedim, hemen harekete geçtim. Ve hepiniz bu hareketimin neticesini biliyorsunuz. Bu örnekten ders alın. İyiliklerinizi durmadan yapın ve bu iyilikleriniz feragate dayansın. Şahsınızı ve zevkinizi ilgilendiren işlerde ise, duraklayın ve bunların zihninizi rahatsız etmesine kadar sabredin!"
Ravana bu sözleri söyledikten sonra en son nefesini vermiş ve Rama'nın ayak ucunda ölmüş; ruhu, beyaz ateşten bir kuş gibi gökyüzüne yükselmişti. Kötü bir hayat sürmesinin cezasını dünyada verenler, ahirette cezaya çarpılmaktan kurtulurlar. Ravana da bu dünyada cezasını bulmuştu ve daha fazla ceza görmesine yer kalmamıştı. Onun için ruhu, Tanrısına yükseldi.

3 Şubat 2018 Cumartesi

KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI 2. BÖLÜM



KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI 2. BÖLÜM
…Ertesi sabah planlanan saatten biraz gecikmeli olarak yola çıktık. Gotse Delchev şehrinden 15 km mesafedeki Kribul köyüne 95 km yolumuz vardı. Rodop dağlarının adeta kuş uçmaz kervan geçmez yollarında ortalama 30 km hızla gittiğimiz için bu mesafeyi ancak 3 saatte alabildik. Ama sıkılmaya hiç meydan yoktu. Hem manzara müthişti hem de bu bölgeyle ilgili anlatılan efsaneler üzerinde konuştuk. Atalarının yılan olduğundan bahseden bazı yerel halkları hatırladık. Tabii bu yılanlar bildiğimiz sürüngen hayvan değillerdi, isimlerini yer altında yaşamaları sebebiyle öyle almışlardı. Sürekli ışıktan uzak ve nemli ortamda yaşamaları sebebiyle muhtemelen bir tür mantar hastalığına yakalanmışlardı ve derileri hem solgun hem de pul pul duruyordu. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar bu “yılan insanlar” arada bir ortaya çıkıyordu. TV’de ve belgesellerde büyük dedesinin yılan olduğunu bahseden kişiler var hala. Rivayete göre çok çok uzun bir zaman önce bir tehlikeden korunmak için yeraltına sığınmışlar ve kendilerine orada bir yerleşke kurmuşlardı. Ancak soylarının gittikçe azalması sebebiyle senede 1 veya 2 defa yeryüzüne çıkarlar, köyleri basarlar ve kendilerine gelin olacak genç kızları kaçırırlardı. Hakikaten de bu bölgede eğer yılan insanlar varsa, kolay kolay bulunmazlardı. Yerleşimi yok denecek kadar az, el değmemiş kalan dağlık ve sık ormanlık bir bölgeydi burası. Yakınlarından geçtiğimiz tek tük Pomak köylerde dikili minareler göze çarpardı. Burada zaman durmuştu. Telefon şebekeleri çekmiyor, navigasyon çalışmıyordu. Hakikaten de bir yılan-insan çıksa ve içimizden birini götürmeye kalksa yapacak bir şey yoktu J
Öğle civarı Kribul köyüne vardık. Skribina Kadim Şifa Mabedi’ne kendi aracımızla gidemeyeceğimizi öğrendik. Bir Anunnakiden hallice izbandut gibi 3 adam geldi, bizi ciplere bindirerek 5 km ötedeki mabede götürdü. Yol o kadar bozuktu ki bu kısa mesafeyi yarım saat civarında ancak alabildik. Bunun karşılığında bizden kişi başı 10 leva (20 tl civarı) para alacaklarını söylediler. Bundan 2-3 sene evvel bu yol bile yokmuş ve Havva nine mabede eşek sırtında gidiyormuş. Mabette şifa bulan zengin bir Sofyalı, ona cömert bir bağış yapmak istemiş. Havva nine, bunun yerine yolu düzeltmesini rica etmiş. Adam, yolu bir traktör kiralayarak bizzat kendisi açmış. İyi ki de yapmış, yoksa oraya ulaşmamış imkansızdı.

Ciplerden inip, Havva nineyi izleyerek ve Kızılderililer gibi tek sıra birbirimizi takip ederek meşe ormanının içindeki patika yoldan mabede vardık. Mabet, dik bir kayanın tam kenarına yerleşmiş birkaç büyük taştan meydana geliyor. Bu mabed ile ilgili türlü söylenceler var. Hristiyanlık öncesi bir ölümsüzlük ritüelinin izlerini saptadığım bu ayin ve mabedin en az 10 bin yıllık olduğunu ve Aryanlar veya Proto-Traklar (Pelasgiler) tarafından inşa edildiğini iddia eden araştırmacılar vardı. (Bu ritüel ve inisiyasyonu ile ilgili bilahare yazacağım). İsa’dan 3 bin yıl evvel ikinciye canlandırılmış ve son olarak binli yılların başında üçüncüye düzenlenmiş. Bu yerin eski bir Atlantis merkezi olduğu da iddialar arasındadır. Hakikaten de alanda manyetik tarama yapılmış ve son derece yüksek bir radyasyon olduğu saptanmış. En yoğun olduğu yer ise mabede girişin yapıldığı merdivenli açıklık olduğu anlaşılmış.

            Mabede girişte hazırladığımız tüm malzemeleri verdik. Havva nine gerekli hazırlıkları tamamladı, açıklamaları Bulgarca dilince yaptı, ben de tercüme ettim. Sonra asa niyetine kullandığı tahta sopayı üç kez kayaya vurdu ve dedi ki: “Selamün Aleyküm. Eğer uyuyorsan uyan, eğer dışarıdaysan toplan, sana misafirler getirdim.” Sonradan bana izah ettiğine göre bu mabedin koruyucu bir ruhu (elemental veya tılsımı) varmış ve ondan bize izin vermesi için dilek ve adakta bulunmuş. Yanımıza getirdiğimiz tüm tuz ve unları, köylülerin “Saybiya” ismini verdikleri işte bu “dev kara yılan” diye bildikleri ruha adak verirlermiş. Ayrıca bu varlık herkesi almıyormuş. Havva ninenin mabedin içinde yaktığı ateş bazen sönermiş ve o zaman “kara yılanın” ve mabedin o kişiyi istemediğini anlarmış. Mabedin içinden 3 kez geçtikten sonra ve bize söylenen tüm direktifleri yerine getirdikten sonra hastalığımızı temsil eden giysiyi yakınlardaki bir ağaca bağladık, (ki bildiğime göre bu bir ak büyüdür), teşekkür edip gönlümüzden geçen bahşişimizi verdik ve alandan ayrıldık.


            Skribina Kadim Şifa Mabedi’nin mucizevi iyileştirme gücüyle ilgili birçok delil söz konusu. Zaten mabedin ne kadar çok ziyaretçi aldığı, ormanda aslı yüzlerce giysiden belliydi. Ki işi biten pekçoğu da sıra sıra dizili çuvallara doldurulmuştu. Biz de birer “Türk kafasıyla” bu giysileri ne yaptıklarını çok merak ettik. Acaba indirip indirip satıyorlar mıydı, yoksa dağıtıyorlar mıydı? Açıkçası aklı başında biri böyle bir şey yapmazdı, çünkü o giysiler bizim şifa ormanında bıraktığımız hastalıkları temsil ediyordu. Ayrıca saatler geçtikçe iyice anladığımız gibi, bölge insanının buna ihtiyacı yoktu. Şifa bulduğunu söyleyen bunca insana bakarsak, giysilere doğru muamele yapılıyordu. Bana kalırsa, şifada mabedin payı olduğu kadar, bozulmamış kalan saf inançlı yerel halkın da payı vardı. Biz bir taraftan para verirken, diğer taraftan bir kısmını geri veriyorlardı. Bize çok gülünç denecek ücret karşılığında tamamen organik ve ev yapımı ikramlar sundular. Havva ninenin döktüğü kurşun için ise toplam 10 leva (kişi başı 2tl) para verdik, ki Havva ninenin kocası bu paranın yarısını kurşun dökemeyen bir arkadaşımıza bağışladı ve “sus” işareti yaptı!

            Son olarak Havva ninenin kurşun dökme geleneği ile ilgili söylediği ve kulak arkası yapmamızı istediği bir-iki bilgiye yer verelim: Kurşunun mutlaka doğal ateşte, yani odun ateşinde dökülmesi gerektiğini anlattı, çünkü asıl şifayı veren doğal ateşin elementiymiş. Bu yüzden sakın ola gaz ocağında veya elektrikte bunu yapmayın, diye ikaz etti. İkinci uyarısı, kurşunun döküldüğü sudan kesinlikle tatmanın zararlı olduğu konusundaydı. Dediğine göre kurşun suyla temas ettiğinde negatif enerji suya geçer ve eğer onu tadarsan bu enerjiyi yoğunlaştırıp sana geri verir. Üçüncü olarak, soğutulmuş kurşunun bize geri verilmesi gerektiğini söyledi. Üzerinde 3 gece yattıktan sonra bir akarsuya atılmasını tembih etti. Deniz veya göl gibi durgun suya kesinlikle atılmazmış çünkü su akarken şifa verip hasarlı tesiri yıkarmış…

Dönüş yolunda karşımıza çıkan bu masaldan fırlamış gibi görünen kimsesiz atlar, "doğru bir iş yaptınız ve güle güle gidin" der gibiydi...


29 Ocak 2018 Pazartesi

YEDİ UYURLAR, ERGENEKON VE HİPERKÜP

YEDİ UYURLAR, ERGENEKON VE HİPERKÜP


Kuran’dan evvel Hristiyanlıkta bahsi geçen “Yedi Uyurlar” hadisesi, kutsal kitap yorumcularının en çok ilgilendiği konulardan biridir. “Yedi Uyurun” hangi mağarada uyuduğu, ne vakit uyuduğu, neden uyuduğu gibi sorular üzerinde birçok bahis söz konusudur. İsterseniz önce hikâyeyi anımsatalım:
Kuran'da bir surede geçen Yedi Uyurlar efsanesi Ashab-ı Kehf olarak, 'Kehf Suresi'nde yer alıyor. Ancak kutsal kitapta da olayın gerçekliliği konusunda kesin bir şey söylenmezken sadece rivayete dayandırılıyor. Hikayeye göre:
Afşin şehrinde yaşayan Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş ve Şazenuş adlı 6 kişi Putperestliği bırakarak din değiştirir. Ancak hükümdar bunu kabul etmeyerek herkesi putperest yapmak ister. Altı genç bu zorlamayı reddederek hükümdardan kaçar ve ibadet etmek için bir dağın yolunu tutarlar. Bu sırada Kefeştetayyuş adlı çoban ve köpeği Kıtmir de gençlere katılarak Yedi Uyurlar'ı oluştururlar.
Dağa yaklaşan Yedi Uyurlar bir mağaraya girerler. Mağarada dua eder ve merhamet dilerler. O sırada hükümdarın askerleri bu gençleri mağaraya hapsederek onları ölüme terk eder. 300-309 yıl arası arası derin bir uykuya dalan gruba bu koca yıl sanki bir gece gibi gelir. Şehre inmek için yola çıkan Yemliha, karşısında bambaşka bir şehir görünce bir şeylerin ters gittiğini anlar. Dönemin hükümdarı ile tanışıp olayları anlattıktan sonra uykusunu alamadığını, yeniden uyumak istediğini söyler ve arkadaşlarıyla yeniden uykuya dalar. Bunun bir mucize olduğunu düşünen halk daha sonra mağaranın önüne mescid yaparak Yedi Uyurlar'ı şereflendirmişlerdir.
Ezoterizmle ilgilenen herkes, “Yedi Uyurlar”ın uyuduğu mağara ile Platon’un mağarası arasında bir ilişki kurabilir. İnsan, tek gerçeklik sandığı fiziksel dünyada aslında bir mağarada uyur gibi uyurken, asıl gerçekliğin farkında bile değildir. Mağara duvarlarına yansıyan zayıf ışıkla oluşan gölgelere bakmaya mecbur edilmiştir ve bu gölgeleri gerçek sanmaktadır. Bir mağarada bulunduğunu fark edip dışarıya, gün yüzüne çıkabilirse, karanlığa tamamen alışan ve uyumlanan gözleri, ilk defa karşılaşacak olduğu parlak güneş ışığı karşısında adeta kör olur ve ilk etapta hiçbir şey göremez. Bir hayal kırıklığı içinde mağarasına dönmeyi tercih edebilir, alıştığı gerçekliğin rahat karanlığına sığınmayı yeğleyebilir ve hatta eğer bir şans olarak mağara dışında aydınlanmış biri onu gelip uyandırmaya kalkarsa onu öldürmekten çekinmeyebilir. Tarih içinde öldürülen sayısız aydınlanmışlar vadır…
Yedi Uyur, bizim gerçeklik sandığımız sanrı dünyasında uyuduğumuzu açıkça anlatan bir mitostur. Uyuyan yedi kişi, çoğu yerde yediyle simgelenen yedi beden-bilinç-boyut katmanımızdır. Fiziksel beden dahi mağarada mışıl mışıl uyurken, o sırada dışarıda, hakikatler dünyasında koca bir yaşam sürüp gitmektedir. Mağarada uykudan uyanan kişileri bir köpek beklemektedir. Köpek, insanın egosu olarak uyanma esnasında rehberlik edecektir. Bu arketip hikayeyi, ruhsal bir büyüme, aydınlanma, farkındalık veya erginleme yaşamak üzere olan insanların rüyalarında da gözlemlediğimi söylemeliyim. 300 veya 309 yıl sonra uyanan yedi kişi, şehre iner, zamanın değiştiğini görür ve ellerindeki paralar geçersiz kalır. Şimdi bu hikayenin Ergenekon destanıyla ilgisine bakalım. Önce onu anımsatalım:
17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı Şecere-i Türkî adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığımaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir. Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış. Ergenekonluların bulundukları bölgeden çıkmak imkansızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır. (Wikipedi)

Görüldüğü üzere Ergenekon’da tıpkı Platon’un mağarasında ve Yedi Uyurlar’da olduğu gibi asırlar süren bir bekleme söz konusudur.  Fakat öncekinden farklı olarak, bekleyenlerin açıkça hapsedildiği üzerinde durulmuştur. Sarp kayalıklarla çevrili bu vadideki insanlar keyfinden değil de mecbur edildikleri için yaşamaktadırlar. Onları hapseden demir dağları eritene dek de orada kalacaklardır.
Hiperküp kitabımı okuyanlar, benzer bir boyut hapsinde olduğumu fark ettiğimi ve bunun astral alanda nasıl bir algı yarattığını anlattığımı anımsayacaklardır. Dünyanın fiziksel gerçekliğini aşıp astral alana geçtiğimizde, bu astral katmanı aşmaya izin vermeyen bir yapı olduğunu görüyoruz. Deyiş yerindeyse bizler fiziksel gerçeklikte ve fiziksel dünyamızın astral alanında bir hapishaneye kapatılır gibi hapsedildik ve onun ötesine geçmeye iznimiz yok. Astral deneyimde ustalaşan birçok kişinin bu üzücü gerçeği fark etmiş olduğunu umuyorum. İşte bu gerçek, Ergenekon destanında simgeleştirilerek gizlenmiş ve hatta hem sebebi gösterilmiş hem de çıkış yoluna atıf yapılmıştır. Suçluyu çok uzakta aramayalım, suçlusu biziz ve bizim boyutsal “tanrımız”. 
Biz insanlar olarak çok uzun bir süredir, asırlar, binyıllardır astral ortamı kirletiyoruz. Bu kirliliği negatif düşüncelerimizle, eylemlerimizle, duygularımızla anbean yoğunlaştırıyoruz. Tıpkı şimdilerde zehirli gazları cömertçe havaya saldığımız gibi, zehirli enerjilerimizi etrafa saçıyor ve astral alanda geçilmesi imkânsız sertlikte kalınca bir tabaka yaratıyoruz. Sonra bu tabakaya şeytan, Lucifer, Demiurgus, YHVH diyoruz. Gerçekten de astral alandan çıkıp uzay boşluğunda, diğer alemlerde, olası diğer gerçekliklerde gezinmeyi isteyenleri nahoş bir sürpriz bekliyor. Adeta demir sertliğinde olan bu engeli aşmak için ya çok yüksek bir enerji-farkındalık gerekiyor, ya astral yolu, kapıları, dehlizleri bilmeniz gerekiyor ya da Kuran’da “bu daire çeperlerinden Sultan olmadan geçemezsiniz” denildiği gibi, bir Sultan, yani güç sahibi bir rehber edinmeniz gerekiyor. Bu rehber Yedi Uyurlar’ın köpeği, Ergenekon’un bozkurdu olabilir mi? Bizi mapustan kurtaracak bir rehber, bir kahraman arıyoruz ama peki o kimdir? Kırgızların Manas Destanı’nda onu Manas isminde görüyoruz. Doğunun ezoterik ve teozofik literatürüyle tanışık olanlar Manas ismini anımsayacaklardır. Manas, üst mental bilince verilen isimdir. Başka bir deyişle insanın soyut aklını, asla ölmeyen yanını, ruhsal boyutlara ve alanlara açılan köprüyü simgeler. Daha önce defalarca yazdığım gibi fiziksel bedenimiz toprak elementiyle simgelenir, astral bedenimiz su elementiyle, alt (somut) mental beden-bilincimiz hava elementiyle ve bundan yukarısında bulunan soyut bilinç ve boyutlar, ateş elementiyle temsil edilir. Dolayısıyla Manas, ateş elementine karşılık gelen soyut aklımızdır. Ergenekon’da demirden dağları işte bu yüzden ateşle eritiyoruz. Bize üst âlemlerin kapısını soyut, sezgisel aklın alevi açacak, biriken ve aşılmaz bir duvar haline gelen astral katmanı yakıp, içinden geçebileceğimiz dehlizler inşa edecektir. Hakikat, işte o dehlizlerin ötesindedir. Polenezya varyantı ise şöyledir: Kahraman Nganaoa'nın botu bir tür balina tarafından yutulur. Kahraman canavarın midesine girer, bir ateş yakar, balinayı öldürüp ağzından çıkar. Balina yeraltı-fiziksel dünyadır; okyanus astral dünyadır; ateş ise soyut akıldır. Konuyu simyadaki simgesel karşılıklarını sayarak toparlayalım.
Demir elementinin atom karşılığı 26’dır. Tevrat’ın yaratıcısı olan YHVH isminin ebced karşılığı da 26’dır ve bu yüzden bizatihi demir ile simgelenir. Bu bağlamda insanın fiziksel bilincini ruhsal (ateş) bilincine dönüştüren, yükselten birçok teknik icat edilmiştir; Nikolas ve Helena Roerich’in Agni Yoga Öğretisi (Ateş Yogası Öğretisi) bunlar arasındadır ve ayrıca simyacıların demir elementini kullandıkları manyetik yöntemler de icat edilmiştir. Ama asıl olan, tüm bunların ardındaki felsefeyi anlamak, insanı tanımak, kendini tanımak ve bu yüzleşmeyle birlikte yüksek aklın yol göstericiliğini kullanarak, bu sanrılar dünyasından kendi gücünle çıkmanın yolunu aramaktır.
Gördüğünüz gibi çeşit çeşit spekülatif yorumların yapıldığı mitoslar, dini hikayeler hep aynı alegoriyi içermekte, tek bir gerçeği anlatmaya çalışmaktadır. Ancak geçtiğimiz asrın en önemli ezoterik araştırmacısı Manly Hall’ın da açıkça dediği gibi, maalesef modern çağın insanı, varoluşun metafizik gerçeğini ve gerekçesini tamamen unutmuş ve böyle olunca sadece onun en alt, en dip katmanı olan fiziksel dünya mağarasında yaşamaya hapsolmuştur. İnsan hapis olduğunun ayırdığında değilse, kurtuluş yolunu da aramaz… Ruhsal bilgiden ve gerçeklikten bu denli uzaklaşmış bir toplum ve medeniyet asla var olmamıştır. İstisnaları hariç tutarsak günümüz insanı bu metafizik kopuş yüzünden en kutsal yaratıcıyı dahi olabildiğince somut düzeye indirgemeye çalışmış; kendisi onun katına yükseleceğine, bir tanrı olmaya çalışacağına, tanrıyı aşağı, dünyaya indirmeye kalkışmıştır ki bu asla mümkün değildir.

25 Ocak 2018 Perşembe

KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI

KAHİN VANGA VE ŞİFACI BABA JULİA (HAVVA NİNE) GEZİ NOTLARI

Geçtiğimiz yılın ilkbahar aylarında, ülkemizde ve dünyada Obama’yı ve 11 Eylül’ü bilen kâhin olarak ünlenen Vanga’yı ikinciye ziyaret etmeyi düşünmeye başladım. Belki de metafizik grubumuzdan sevgili Gamze’nin kâhinden “Neden beni ziyaret etmiyorsunuz” tarzında bir zılgıt yemesi buna sebep olmuştu. 17 Martta şöyle bir rüya görmüştü kendisi: “Bu geceki rüyam. Kâbe’nin içindeyim. Orda Vanga’yı görüyorum. Hayatını okuduğumda onun için üzüldüğümden hemen gidip boynuna sarılıyorum. Bana, Renan’a söyle neden benimle hiç görüşmüyorsunuz diyor. Ben de ama efendim siz öldünüz diyorum. Kızıyor bana. Ahmak çocuk sen her toprağa gömüleni öldü mu sandın, ben burada ne ihtilaf devletleri, ne savaşlar gördüm.” Ben de bu ikinci ziyareti, tam dokuz yıl sonra, aynı haftaya denk getirmek istedim. Bunu çevremle paylaşınca başka insanlar da katılmak isteğinde bulundular, böylece sayısı sınırlı bir grup oluşturarak gereken hazırlıklara başladık. Bu grubun içinde metafizik grubumuzdan tam 4 kişi vardı. Ve böylece Gamze’nin rüyası, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüştü…
22 Ocak öğlene doğru, 12 saati aşan ve onun yarısı, neredeyse göklere değen asırlık çam ormanlarının süslediği karlı dağ yollarında geçen yolculuktan sonra Sandanski’ye vardık. O bölgeye göre güzel ve düzgün sayılabilecek termal havuzları olan bir otele yerleştik. Çok yorgunduk, biraz dinlenip Bulgaristan’ın Şirincesi diyebileceğimiz, ülkenin en küçük kasabası olması ile ünlü Melnik’i gezdik ve otelimize geri döndük. Yarınki Petriç gezimiz için dinlenirken, okültizm, ezoterizm, kadim ırklar, bedendışı deneyimler konularında konuştuk; doğal olarak bunlar grup üyelerimizin ortak ilgi alanıydı. Tecrübelerimizi birbirimizle paylaşırken, bir turun hem okültist, spritualist hem de eğlenceli olabileceğini anladık.
Şimdi gelelim Petriç’te olanlara…

Ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra Sandanski’den 20 km uzaktaki Petriç’e doğrudan Vanga’nın evine gittik. Evi belediye tarafından satın alınmış ve müze haline getirilmiştir. Daha bahçe kapısından içeri girerken tarif etmesi zor bir manyetizmaya maruz kaldık. Öyle ki bazılarımız başında yoğun bir uyuşukluk, duyarlılık, karıncalanma hissediyordu, bazılarımız ağlıyordu, bazılarımız ise hissel olarak “onun” varlığını hissettiğini anlatıyordu. İçeride fotoğraf çekilmesi yasak olduğu halde özel izin koparmayı başardık. Tek tek odaları gezdik ve en son olarak, çok kıymetli bir Kudüs tespihinin olduğu odaya girdik. Oda küçüktü 7-8 kişi anca rahat olarak sığabiliyordu. Bu oda son olduğu için, hatıra defteri de oraya konulmuştu. Deftere içimden geçen 3-4 cümleyi Bulgarca dilinde yazdıktan sonra Evren Hanım da bir şeyler karaladı. O sırada, Vanga’nın gözlerinin kapanmasına sebep olan talihsiz kazanın işlendiği enteresan goblen işleme bir tabloya odaklandık. Bu kazanın, Vanga’nın hayatındaki belki de en sarsıcı ve dönüştürücü olay olması sebebiyle, dışarı çıkmış olan arkadaşlarımızı da çağırtıp söz konusu gizemli hortumla ilgili dillenen farklı hikâyeleri anlattım. Tırnaka bölgesindeki hortum ve ardından 12 yaşındaki Vanga’nın gözlerinin körelmesi, onu ileride yüzyılın kâhini yapacaktı. Bunlar hakkında fikir alışverişi yaptığımız sırada Şehnaz Hanım tablonun resimlerini çekmeye başladı. Az sonra hepimiz hayretler içerisinde kalacaktık. Şehnaz Hanım, 2 yıldır kullandığı telefon ile az evvel çektiği hortumu tasvir eden tablonun resmine bakınca, onun başaşağı duracak şekilde ters döndüğünü görmüştü. Bunun üzerine çekimi defalarca tekrarladı, görüntü her seferinde tepetaklak dönüyordu. Acaba telefonu bir şekilde ters mi tutuyordu, nasıl oluyordu, daha önce böyle bir arızası olmuş muydu, yoksa toplu psikoz mu geçiriyoruz gibi sorular sorduk, ardından tablonun yanına dizilip çektiğimiz selfilerin de başaşağı döndüğünü görünce iyice şaşkına döndük. Selfiler de ters çıkıyordu! Bu böyle 20 dakika kadar devam etmiş olmalı. O sırada başımın tepe çakrasının üstü ve sağ yanı sızım sızım sızlıyordu. Enerji tesiri iyiden iyiye artmıştı. Ardından ne oldu nasıl oldu anlamadık, tüm ters resimler kendi kendine düzeldi ve yeni çektiklerimiz de artık düz çıkıyordu. Orada bulunan herkes, olağandışı bir durum yaşadığımızın bilincindeydi. Belki de Vanga’nın kendini bize hissetirme yolu buydu. Belki de evinde olağanüstü bir manyetizma vardı ve elektronik cihazları bozuyordu. “Kâhin Vanga” kitabımı okuyanlar, bu aynı evde yapılan birçok video kaydının, belgeselin, ses kayıtlarının silindiğini hatırlayacaklardır. Hatta Vanga, son model cihazlarla gelen bir ekibi, “boşuna çekmeyin, izin vermiyorlar ve kayıtlarınız silinecek” diye uyarmıştı. Belki de Şehnaz Hanımın telefonu da bu tür bir tesire maruz kalmıştı.
Aşırı heyecanlanmış olduğumuzu gören görevliye son odada başımıza gelenleri anlattığımda, bu evde bazen böyle açıklanamayan olayların olduğunu teyit edecekti…
Uğradığımız şoku atlatmaya çalışarak, Vanga’nın ziyaretçi kabul yeri olan Rupite bölgesine gitmek üzere araca geçtik. Fakat daha birkaç dakika geçmeden bu defa Diren Hanımın “Bakar mısınız bu resimlerde bir gariplik var” demesiyle ikinci bir şok yaşayacaktık. O aynı odada önce beni, sonra da Evren hanımı, hatıra defterine yazarken biz bilmeden resme almış. Fakat tuhaf olan, tamamen aynı açıyla ve 1-2 dakika arayla çektiği resimlerde görünen hatıra defterinde, ilk resimde yazılar görünüyorken, ikincisinde yazıların büyük oranda resimden silinmiş olmalarıydı. Profesyonel fotografçılarla yarışacak düzeyde bilgiye sahip Evren Hanıma art arda çekili bu iki fotoğrafı gösterdiğimizde, kesinlikle bu normal değil dedi. Bir şey, resimdeki o yazıların çıkmasına mani olmuştu ve onun görüşüne göre bu kesinlikle parlama filan değildi. Açık defterin sol sayfası tamamen bembeyaz bir kağıt halini almıştı, sağ sayfada ise yazılı satırların en sağdaki iki veya üç kelimesi okunabiliyordu. Geri kalanı yok olmuştu. Benim yazılarımın üstünde Havvanur Hanım ile Didem Hanımın yazıları vardı. Onlar hatıra defterine yazdıklarını önceden resme çektikleri için, silinmeden kalan kısımdaki kelimeleri okudular ve adeta mesaj gibi duran çok garip bir metin ortaya çıkardılar: "Mutluyum, barışçıl sır yola, karşımıza çıksın. Geldim, senin de izlerini, işaretlerini, kattıkların için hürmetlerimle."
Belki de tüm bunların teknik bir açıklaması vardır ama öyle bile olsa, şu ana dek hiç olmayan teknik hataların aynı yerde bir seferde üst üste gelmesi, bana acaba bir mesajın veriliş şekli olamaz mı diye sorgulattı. Hatırlarsanız zaten bu gezi, Vanga’nın rüyada bir arkadaşımıza “Renan’a söyle neden benimle hiç görüşmüyorsunuz?” diye sitem etmesi üzerine başlamamış mıydı? Dahası Vanga o gün net vizyon olarak aramızdan iki kişiye göründü…

Vanga kuşkusuz çok mistik bir insandı. İleri düzeyde psişikti, fiziksel gözler yerine durmadan her şeyi gören astral gözlere sahipti. Bu gözleriyle sürekli ve kesintisiz olarak geçmişten ve gelecekten vizyonlar görüyordu. Bir kişi yanına geldiğinde ona geliş sebebini sorardı. Çünkü o kişinin geçmişi, geleceği ve yakınlarıyla ilgili tüm hayat hikayesi dur durak bilmeden akardı ve Vanga neye odaklanması gerektiğini bilmezse bu akışı durduramazdı. Vanga hem kişisel hem toplumsal ve küresel ölçekte vizyonlar görüyordu. Kadim geçmişte olanları izliyordu, toprağın altında yatanları anlatıyordu. Bu anlatıları arasında, o bölgede gömülü çok eski bir medeniyetten kalma kıymetli kutsal objelerin tarifleri de vardı.
Vanga’nın doğup yetiştiği bölgenin çok özel olduğundan hiç şüphe yok. Tarihe baktığımızda o bölgede Büyük İskender’in ordularını dinlendirmek için sefer öncesi “kampa soktuğu” bölge olduğunu görüyoruz. O bölgenin kadim gizem okullarıyla, Kabiri gizemleriyle, Orfik gizemlerle ilişkili olduğunu biliyoruz. Tarihteki en büyük inisiye olan ve yeteneği yüzünden tanrıların bile kıskançlık içine düştüğü Orfeus’un bir Trakyalı olduğunu bilmeyen var mı? Peki Orfeus’un sevgili Evridika’sını yeraltındaki ölüm diyarından kurtarıp ikinciye kaybettikten sonra 7 ay boyunca kenarında ağladığı nehrin tam da o bölgeden geçtiğini biliyor muydunuz? Struma nehri Vitoşa’dan kaynayıp Sandanski’den ve Vanga’nın özel olarak seçtiği Rupite bölgesinden geçer. Bu bölge, kadim tarihten bu güne kadar inisiyeler, kâhinler, üstatlar çıkarmıştır. Vanga, Stoyna, Slava, Dyado Vlado, Peter Deunov, Peter Bakov bir çırpıda sayabileceklerim arasında. Bu yoğun psişik-okült faaliyetin sürmesi, bölgenin hem tarihiyle hem de bugünüyle ilgilidir diye düşünüyorum. Bir yerin faal bir enerji merkezi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, hala psişik insanlar doğuruyor mu diye bakabilirsiniz. Ki bu açıdan değerlendirdiğimizde ülkemizdeki birçok yerin manyetizmasını kaybettiğini anlıyoruz…
Atlantis kıtasının batacağını öngören bilgeler, bu trajedi meydana gelmeden önce sahip oldukları inisiyatik bilgilerle beraber bir kısım inisiyeyi ve ailelerini göç ettirdiler. Atlantis’ten gelen bu gizemli insanlara “Pelasglar” deniliyordu. Bir teoriye göre Druidler, Traklar, Helenler bunların uzak torunlarıydı, Orfe’nin ve Üç Kere Büyük Hermes’in ise bir Pelasg torunu olduğuna, yani Atlantis kökenli olduğuna dair hiç kuşku yoktu.
Şu anda o gittiğimiz topraklarda yaşayan insanlar hiçbir zaman tam bir Hristiyan olamadı. Baktığınızda Hristiyanlıkla bağdaşmayan birçok ezoterik ve pagan ayine sahip olduklarını ve bunları ısrarla korumaya devam ettiklerini görürsünüz. Vanga da onlar arasındaydı ve bu yüzden Kilise onunla hiçbir zaman barışamadı.
Gezimizin diğer önemli durağı olan kadim Trak şifa mabedi Skribina ile ve halkı şifacısı Baba Julia ile ilgili notlarıma devam etmeden önce, ileride gitmeyi düşünen arkadaşlar için birkaç altın öneri sunmak istiyorum:
Grup ile gidiyorsanız, uyumuna çok dikkat edin. Grup üyelerinin bilgi düzeyi, soyutu algılama yetenek ve seviyesi yüksek ise, bir taşla iki kuş vurmuş olursunuz.
Mutlaka Bulgarca bilen bir kişiyle birlikte gidin. Bölge coğrafi yapısı nedeniyle hem zor ulaşılır, hem de yaş ortalaması hayli yüksek seyrek nüfusa sahiptir. Bölge insanı son derece temiz ve saftır ama yabancı dili yoktur.
Gezinizin sırf turistik bir gezi olarak kalmayıp spritüel-mistik olmasını istiyorsanız, mutlaka astral izlenimleri cezbedip aktarabilen, ezoterik bilgisi yüksek bir kişinin beraberinde gidin.

(Devam edecek)

8 Ocak 2018 Pazartesi

Majinin Büyük İsmi Eliphas Levi


ELİPHAS LEVİ KİMDİR

Okültizmle ilgilenen herkesin adını bildiği Eliphas Levi, reenkarnasyonu olduğunu iddia eden Aleister Crowley dahil olmak üzere kendinden sonra gelen çoğu okültisti etkilemiş olan büyük bir majisyen, kabalist ve tarot bilimcisidir. Eserleri günümüzde bile en çok okunanlar ve gerek kaynak olarak gerekse pratik gayeyle en çok başvurulanlar arasındadır. Özellikle de ritüel majiyi öğrenmeyi çalışanlar tarafından…
Eliphas Levi, 8 Şubat 1810 yılında Paris’te bir kunduracının oğlu olarak Katolik bir ailede dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Alphonse Lois Constant’tır. Daha ergenlik yıllarında gizli ilimlere ve majiye merak salar. Birkaç yıl sonra rahip olmaya hazırlanırken, daha sonra çok pişman olacağı bekârlık yeminini eder. 1836 yılında Adele Allenbach adındaki bir kadına âşık olması, kilise kariyerinin sonunu getirir ve iddialara göre bu olay, bu konuda büyük beklentileri olan annesinin intihar etmesinin de sebebidir. Lois, 1839’da manastırı terk ederken, Gann teorisinin de etkisiyle dünya görüşleri büyük oranda değişim gösterir ve bir majisyene dönüşmeye başlar. “Özgürlük İncili”ni (La Bible de la Liberte-1841) yazması, 8 ay hapis cezasıyla sonuçlanacaktır.
1846 yılında henüz 18 yaşındaki Marie-Neomi Cadiot ile evlenir. Bu evlilikten doğan çocukların yaşamaması çifti bir hayli üzer, aralarını açar ve evliliğin yedinci yılında genç Neomi gönlünü başka bir kişiye kaptırarak Luis’i terk eder. Alphonse Lois Constant sık sık İngiltere ve Londra’ya gider, Polonyalı okültist Hoene-Wrosnki ile tanışır ve aralarında "Hayalet"in yazarı, Gül-Haç inisiyesi ünlü yazar Edward Bulwer-Litton’un da olduğu, tıpkı kendisi gibi ezoterizm, okültizm, maji, hipnoz ve astroloji ile ilgilenen gruplara girer. Onun birçok ezoterik topluluğa üye olduğu ne ispatlanmış ne de reddedilebilmiştir. Bilinen ama kesinlik taşımayan tek şey, belli bir süre Fransız mason locasına üye olduğu ama çok geçmeden pişmanlık ve hayal kırıklığı içerisinde locayı terk ettiğidir.
Birçok takipçisinin yaşadığı Londra ziyaretlerinden birinde, en bilinen eseri olan Dogma ve Ritüel’de de açıkça yazdığı gibi, 1. Yüzyılda yaşamış olan Tyanalı Apollonius’un ruhunu çağırdığı bir ruhsal celse düzenler. Rivayete göre Tyanalı, onu büyük bir sırra inisiye eder ve bu, onun kesin olarak bir majisyene dönüşmesine ve lakap olarak majik ismi Eliphas Levi’i almasına sebep olur.
Levi, geçimini yayınladığı okült eserlerle ve çok sayıdaki öğrencilerinin maddi destekleriyle sürdürmüştür. 31 Mayıs 1875’de 65 yaşında vefat ettiğinde, ardından okült çevrelerde halen büyük bir popülariteye sahip olan birçok eser bırakmıştır. En önemli eserleri şunlardır:
Dogma et Rituel de la Haute Magie
Historie de la Magie
La Science des Esprits
La Clef des Grands Mysteres

Yayınevimiz, Eliphas Levi’nin kült haline gelen « Metafizik Maji Öğretisi ve Ritüeli » (Dogma et Rituel de la Haute Magie) eserini iki cilt halinde okurların beğenisine sunacaktır ; şimdiden iyi okumalar…
Mavi Kalem Yayınevi
Renan Seçkin

3 Ocak 2018 Çarşamba

Bamyan Budaları


Afganistan'ın Bamyan vadisinde binlerce yıl ayakta durduktan sonra put oldukları gerekçesiyle Taliban tarafından yok edilen heykelleri içimiz sızlamadan hatırlayabilir miyiz? Bu heykeller gerçekten putları mı anlatmaktaydı yoksa gizli bir öğretinin izlerini mi taşımaktaydı? Günümüzde avamın mışıl mışıl uyumasını engelleyecek tüm batıni doktrinlerin izleri gibi, bu evrensel eserler de yıkıma uğratıldı, geriye sadece kaideleri kaldı. Cehaletin en çarpıcı özelliklerinden biri agresifliğidir ve ülkemiz de bundan nasibini almıştır maalesef..
Bamyan Budaları olarak bilinen iki dev anıt, Kabil'in 230 km kuzeybatısında, aynı ismi alan vadide bulunan sarp kayalıklara oyularak yapılmış ve resmi kaynaklara göre yapımı 6. yüzyılda tamamlanmıştır.
Heykeller doğrudan kayada oyulurken detayları kil ve saman karışımından imal edilip horosan harcı ile kaplanmıştır. Uzun zaman önce düşen kaplama, heykellerin yüz ifadelerini, elleri ve togaların kıvrımlarını güçlendirmek maksadıyla renklendirilmiştir. İki heykelden büyük olanı kırmızıyken diğeri çok renklidir. Yüzlerin üst kısmının büyük ahşap maske veya dökümden meydana geldiği sanılmaktadır. Heykel resimlerinde görünen sıralı delikler, horosan kaplamayı sabit tutmak için çakılan kazıkların yerlerini göstermektedir.
Heykellerin neyi tasvir ettiği ile ilgili çok çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar, bunların dini kitaplarda geçen Nefilimlere, devlere, uzaylı atalara, hatta Anunnakilere ait olduğunu savunurlar. Bir kısmı ise teozofik kaynaklarını referans göstererek bunların iki değil toplam beş adet olduğunu ve dünyada yaşayan beş büyük insan ırkını temsil ettiğini açıklarlar. Annie Besant ve Nikolas Roerich de aynı görüşü savunurlardı. Buna göre gittikçe boyları kısalan beş ana ırk mevcuttu ve sonuncusu da bizim modern insanımızdı. Roerich'in "Yedi Büyük Kozmik Sır" isimli kitabından bir alıntıyla devam edelim:
"Orta Asya’da, Afganistan’da Kabul ile Bal’ın yolunun ortasında Bamyan adında bir şehir vardır. Şehrin yakınlarında beş devasa heykel dikilidir. En büyüğü 52 metre uzunluktadır. İkincisi de tıpkı ilki gibi kayaya oyulmuştur ve 36 metre boyundadır. Üçüncü heykel sadece 18 metredir, diğer ikisi daha da kısadır ve sonuncusu günümüzün orta boylu insanından sadece biraz daha uzundur. Bu heykellerden en büyüğü, togaya benzer bir şeyle giyimlidir.

            Bu beş figür, kıtalarının batışından sonra Orta Asya dağlarının doruklarını kendine mesken eden Dördüncü Irk’ın inisiyelerinin eseridir. Söz konusu heykeller ırkların aşamalı gelişiminin tasvirlerini sunmuşlardır. En büyükleri, Birinci Irk’ın eterik bedenini taşa kazımıştır. 36 metrelik ikinci heykel “Terden doğanları” simgeleştirmiştir. 18 metrelik üçüncü heykel, anne ve babadan doğan ilk fiziksel ırkı şekillendirmiş olan “düşmüş ırkı” tasvir etmiştir ve onun son torunları Paskalya adasındaki dikili heykellerdir. Lemurya sularla kaplandığında onlar 6 ile 7.5 metre boyundaymışlar. Dördüncü Irk daha da küçük ölçülere sahip olmakla birlikte sıranın son heykeliyle temsil edilen günümüzün Beşinci Irk’ına kıyasla yine de uzun sayılmaktadır."
Ezoterik araştırmacılaırn çok iyi bildiği gibi, çok çok eskiden okült bilgiler uyanmaya hazır insana zihinsel çağrışımlar yaratacak şekildeki heykeller, tapınaklar, özel anıtlar ve mimari detaylar olarak verilirdi. Yerkürenin her bir yerinde duymak isteyen insana gizli dili ile konuşmayı sürdüren sürüyle dikili taş, piramit vb. eserler mevcuttur ve simgeciliğin en önemli ayağını oluşturmaktadır. İnsanın farklı beden katmanlarından meydana gelen mükemmel bir dizayna sahip olduğunu bildiğim için Bamyan heykelleri bana işte bu dilden konuşmaktadır. Geriye hangi heykelin insanın hangi beden-bilincine karşılık geldiğini bulmak kalmıştır ve bana kalırsa herkes kendi içinde bu cevaba zaten sahiptir..